İstanbul
21 Kasım, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    32.58
  • EURO
    34.81
  • ALTIN
    2412.9
  • BIST
    9645.02
  • BTC
    66248.09$

TÜRKİYE'NİN GELECEĞİNDE ALEVİLERİN YERİ

27 Şubat 2023, Pazartesi 14:26

Önce, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kabine toplantısı sonrası yaptığı açıklama ile, sonra da Erdoğan’ın görüş ve yorumlarını medyada aktarması ile tanıdığımız Hürriyet gazetesi yazarı, kendisi de Alevi kökenli olan Abdülkadir Selvi’nin köşe yazısı ile, AK Parti hükümetinin Alevilerin hukuksal statüsü ile ilgili bir yasal düzenleme üzerine çalıştığı kamuoyuna yansıdı.

Esasen bu çalışmanın birkaç yıllık bir süreç olduğunu belirtelim. Kimi Alevi inanç önderleri ve kurumlarının temsilcileri ile detaylı görüşmeler yapıldı ve Alevilere “Talepleriniz nelerdir?” sorusu yöneltildi.

Şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki, Aleviler bu görüşmelerin kahir çoğunluğunda, çağın gereklerine uygun, laiklik ilkesini gözeten bir sosyal hukuk devletinde ne olması gerekiyorsa, onu talep ettiler.

Ne eksik, ne fazla!

ALEVİLER NE İSTİYOR?

Alevilerle ilgili her tartışma isteyerek veya istemeyerek bu soru ile düğümleniyor: Aleviler ne istiyor?

Herkesin şunu iyi bilmesi gerekir ki; Aleviler kendileri için bir şey istemiyor!

Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının ifadesi olan 6 ilkeden birisi laikliktir. Aleviler, işte bu ilkenin gerçekten işletilmesini istiyor!

Yani, Aleviler Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerin, devletin kuruluş ilkelerini sahiplenmesini ve bunun gereğini yerine getirmesini istiyor!

DEVLETİN LAİKLİK İLE SINAVI

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda da değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri arasında yer alan laiklik, ne yazık ki, işletilemiyor.

Türkiye Cumhuriyeti tüm inançlara ve inanç topluluklarına eşit mesafede durması ve eşit muamele yapması zorunlu iken, İnönü döneminde başlamakla birlikte, 1950’lerden itibaren tamamen Sünni mezhebinin temsil edildiği, korunup kollanarak imtiyazlı bir inanç topluluğu haline getirildiği ve bunun da sistematik bir şekilde devlet politikasına dönüştürüldüğü bir süreç yaşadık.

Devletin Müslüman olmayan inanç topluluklarına yönelik olarak, dini eğitim özgürlüğü, ibadet özgürlüğü, ibadethanelerin masraflarının karşılanması gibi giderlerin üstlenilmesinin, Lozan Antlaşması’nın yanlış yorumundan kaynaklandığını da, buraya bir derkenar olarak koyalım.

Lozan, Müslüman olmayan inanç toplulukları konusunda Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarına ilişkin herhangi bir olumsuz şart veya ifade barındırmaz. Ancak, Türkiye’yi yönetenler hiçbir zaman gerçek anlamda laiklik ilkesini işletmeye yanaşmadıkları için, Rumları Yunanistan’a, Ermenileri ise Fransa ve ABD’ye kendi elleriyle teslim ettiler.

Halbuki, laiklik ilkesi, eşit mesafede olmak/kalmak kaydı ile, Türkiye Cumhuriyeti’ne, egemenlik alanındaki tüm inanç topluluklarıyla ilgili yasal düzenleme yapma yetkisini de barındırır.

Her devletin kendi egemenlik alanında yaşayan inanç topluluklarının haklarını ve sorumluluklarını belirleme yetkisi vardır.

Nasıl ki, örneğin Almanya, Avusturya, İngiltere, İsviçre ve sair Avrupa devletleri kendi egemenlik alanlarında yaşayan Müslümanlarla (Aleviler dahil!) ilgili yasal düzenlemeler hazırlayıp, kurumlar oluşturuyorsa, Türkiye de, kendi egemenlik alanında yaşayan tüm inanç toplulukları için yasal düzenlemeler yapabilir ve kurumlar oluşturabilir. Lozan Antlaşması buna engel değildir.

DEVLETİN DİNİ ADALETTİR, HUKUKTUR

Bugün, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı her inançtan çalışanların ödedikleri vergileri afiyetle tüketip, kul hakkı nedir diye sorma gereği dahi duymayan, üstelik gasp ettiği bu hukuk dışı, ama imtiyazlı statünün devam etmesi için siyaset yapmaktan çekinmeyen, devasa bir kurum haline gelen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konumu sorgulanmadan laiklik ilkesinin hakkaniyetle işletilmesi mümkün değildir.

Esasen, bu üzerinde yıllarca tartışılacak, çözüm aranacak bir konu da değildir.

Devlet yönetimi eğer gerçekten laiklik ilkesinin işletilmesinde samimi ise yapılacak olan bellidir:

1) Ya, tüm inanç topluluklarına, Sünni mezhebinin temsilcisi haline gelmiş Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sahip olduğu bütçe, hak ve yetkilerin aynısı verilecek;

2) Ya da, tüm inanç topluluklarını kapsayan yeni bir yasal düzenleme içerisinde Sünni mezhebini temsil edecek kurum/lar da eşitlik ilkesi içerisinde yer alacaktır.

Örneğin, Almanya, İslam kurumlarının da, Hristiyan inanç topluluklarına tanıdığı hak, yetki ve sorumluluk dairesinde oluşturulmasını düzenliyor.

Buna göre, her inanç topluluğu yerelden merkeze doğru federatif bir kurumsal yapı içerisinde temsil ediliyor. En tepede ise, tüm inançların temsil edildiği bir konsey administratif temsiliyeti ifade ediyor.

Dolayısıyla, Katolik ile Protestan, Sünni ile Alevi ve/veya diğerleri aynı yasal düzenlemeye muhatap ve eşit hak ve sorumluluk alanlarına sahipler.

Yüzüncü yılını iki sene sonra kutlayacağımız Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan bütün inanç topluluklarını kapsayan tümel bir hukuk çerçevesinin oluşturulamamış olması, tek kelime ile bugüne kadar ülkemizi yönetenlerin ayıbıdır.

Ancak, kaydedelim ki, bugünkü koşullarda, laiklik ilkesi çerçevesinde inanç toplulukları ile devlet ilişkisini kapsayıcı bir hukuksal çerçeve içerisinde almak yerine, Aleviler ne istiyor, tartışması yürütmek de, aynı derecede ayıptır.

Bu sözüm aynı zamanda, Alevileri temsilen devlet erkânı ile görüşmeler yapan zevata da yöneliktir.

21. Yüzyıl Türkiye’sine yakışmıyor!

ALEVİLİK MEZHEP Mİ, TARİKAT MI?

Açıktır ki, inanç toplulukları arasında ayrımcılık yapan ve bu ayrımcılığı sistematik bir işleyişe dönüştüren Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetenler Alevilerle barışmalıdır.

Ancak, biz hukuksal zeminin doğru oluşturularak, devletin tüm inanç topluluklarını kapsayan büyük bir barış gerçekleştirmesini arzuluyoruz.

21. Yüzyılda bize yakışan budur.

Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerin kimi tarikatların baskı ve şantajları ile ellerinin-kollarının bağlandığını duyuyoruz.

Alevilere bir statü tanınmasının önündeki engelin “anayasal” olduğu iddiası da, bu tür şantajlardan birisidir.

Tekke ve Zaviyelerin Kaldırılması Hakkındaki Kanun’u geçersiz kılarak Alevilere haklarının tanınacağı iddiası koca bir yalandır.

Bu yalanın asıl sahipleri ise, gerici tarikatlardır.

Tarikatlar, Aleviler üzerinden devlete karşı kurdukları bu şantaj ile, Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik ilkesini tamamen ortadan kaldırmak istiyorlar.

Aleviler, bu tür oyunlara itibar etmezler.

Kaldı ki, Alevileri bir tarikat gibi gören anlayış, herşeyden önce Alevilere hakaret etmektedir. Alevileri aşağılamaktadır.

Gerçek şudur ki, Alevilerin kendilerini mezhep değil “yol” olarak tanımlaması Kur’an’daki “sıratel müstakim”, yani doğru yola meyletmek, doğru yoldan ayrılmamak emrine uymaktan ötürüdür.

Aleviler birleştiricidir, ayrışmayı sevmezler ve öğütlemezler.

Ayrışmak günahtır, birleşmek sevaptır; Allah’ın emridir.

Bu nedenle de, Alevilik mezhep değildir, “İslam’ın özüdür”.

Dolayısıyla, Alevileri bir tarikat derekesine indirgeyerek, Aleviler üzerinden gerici tarikatları meşrulaştırmak, kurnaz olmakla birlikte, beyhude kalacak bir çabadır.

ALEVİLERLE BARIŞMANIN MALİYETİ

Doğrusunu söyleyelim: Türkiye Cumhuriyeti’nin Aleviler konusunu çözmesi demek, ikibuçuk gerici tarikatın şantajına boyun eğmemek, büyük bir devlet gibi davranmak demektir.

Tüm çatışmalara rağmen 1826’ya kadar, Alevi-Bektaşi inanç topluluğunun devletin en üst makamlarında temsiliyetini sağlayan Osmanlı devleti ile bugün tarikatlar arasında paylaşılmış bir Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yönlendirmesi ile Alevilerin yasal kurumsallaşmasını engelleyen devlet yönetimini karşılaştırdığımızda, üzülerek görüyoruz ki, mezhep ayrımcılığı ülkemizin inanç alanındaki yönetim anlayışını Osmanlı devletinin dahi gerisine fırlatmıştır.

Bugün kimi sağcı-muhafazakâr-dindar kesimlerde yere-göğe koyulmayan 2. Abdülhamit’in gerici tarikatlara karşı aldığı önlemlerin tek bir tanesini dahi uygulamaya koyacak cesareti olmayanlar, bize Osmanlı devletini övüp, öğütlüyorlar!

Halbuki, Türkiye Cumhuriyeti’nin içeride Alevilerin (esasen tüm inanç topluluklarının) devlet ile ilişkilerini düzenleyen yasal çerçeve yapılması demek, Türkiye’yi Macaristan’dan Pasifik kıyılarına kadar büyütecek ve İslam dünyasında model-ülke haline getirecek bir hamle olacaktır.

Azerbaycan, İran, Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye, Yemen, Sudan, Mısır, Libya, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Bosna-Hersek, Kırım, Gürcüstan ve daha pek çok ülkede yaşayan ve Ehli Beyt muhibbi Ahmet Yesevî ve Alevi-Bektaşi yoluna bağlı Müslümanların kazanılmasını Türkiye Cumhuriyeti’nin görev ve sorumluluğu olarak kabul eden bir yaklaşım, ilk önce Türkiye’deki yasal düzenlemeyi Anayasa'mızın da emri olan eşitlik çerçevesi dahilinde hayata geçirmesi gerekir.

Bunu, son iki hafta içerisinde, beni Azerbaycan’dan, İran’dan, Horasan’dan, Kazakistan’dan, Yunanistan’dan, Makedonya’dan ve çeşitli Avrupa ülkelerinden arayan ve merak içinde “işin aslı”nı soran Alevi-Bektaşi meşrepli dostlarımdan duyduklarıma dayanarak söylüyorum.

Alevilerle barışmak Türkiye’yi büyütür, ama gerici tarikatların şantajlarına boyun eğmek hem ülkemizi küçültür ve küçültmekle de kalmaz; hem de emperyalist tuzaklara açık hale getirir.

Umalım ki, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler bu öz vatandaşını ötekileştirici hukukdışılığın farkına vararak, doğru olanı yapmaya karar versinler.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.

Facebook Yorum