İstanbul
21 Kasım, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    32.58
  • EURO
    34.81
  • ALTIN
    2412.9
  • BIST
    9645.02
  • BTC
    66248.09$

KUTSAL KİTAPLAR TERCÜME EDİLEBİLİR Mİ?

02 Ekim 2023, Pazartesi 20:39

Zaman zaman kutsal kitapların yerli dillere çevirileri ilgili tartışmalar yürütülür.

Bu tartışmaların anlamsızlığı genellikle tarih bilgisinden yoksun yürütülmesi nedeniyle ortaya çıkıyor.

Kur’ân’ın başka dillere çevirisine yönelik tartışmalar İslâm’ın ilk dönemlerinden bugüne kadar daha çok onun kutsiyeti ve ayrıca Arapça dışındaki dillerin yetersizliği çerçevesinde şekillendi.

Öte yandan, mealin gereksizliği, Arapça dışındaki dillerle Kur’ân’ın mânâlarının ifade edilemeyeceği, dinin ve nasların tahribi endişesi, ideolojik yönelimler ve medeniyet tartışmaları gibi farklı gerekçeler de, Kur’ân’ın diğer dillere çevirisine karşı çıkanlar tarafından öne sürülüyor.

Karşı görüş olarak öne sürülen iddia ise, kutsal kitapların yerli dillere çevrilmesinin “din aristokrasisi” tarafından engellendiği yönündedir.

Bu teze göre, kutsal kitapların halkın büyük çoğunluğu tarafından anlaşılabileceği kendi dillerine çevirisi, inançlarını samimiyetle yerine getirme niyeti olan halk ile, yüzlerce yıl içerisinde oluşmuş dinsel kurumların arasını açacak ve böylece “kurumsal din” anlamını ve işlevini yitirecekti!

İNCİL’İ ÇEVİRENLERİ KATOLİK KİLİSESİ KATLETTİ!

Örneğin, İncil ancak 1531 yılında Martin Luther tarafından Almanca’ya çevrilebilmişti!

İngilizce tam bir çeviri ise, 1535’te, Myles Coverdale tarafından, ancak İngiltere sınırları dışında, muhtemelen bugünkü Belçika sınırlarında bulunan Antwerpen şehrinde basılabilmişti!

Coverdale’den önce İngilizce’ye kısmi bir çeviri yaparak bunu Paris’te yayınlayan William Tyndale ise, 1536 yılında önce boğulmuş, sonra da kazığa bağlanıp yakılarak idam cezası infaz edilmişti!

Almanya’nın Wittenberg şehrinde tamamladığı kısmi çevirisinde Willliam Tyndale, tanrının adını “Yehova” olarak kullanmıştı ve bu Katolik Kilisesi’ne karşı bir meydan okuma olarak kabul edilmişti!

İngiltere’de yasal bir İncil çevirisinin onaylanması, ancak yaklaşık yüz yıl sonra, 1611 yılında Kral James döneminde mümkün oldu.

KUR’ÂN TÜRKÇE ÇEVİRİLERİ

Ünlü Hint İslâm bilgini Muhammed Hamidullah, ilk Kur’ân çevirisinin 745 yılında, Berbericeye yapıldığı bilgisini veriyor. 883 civarında da “Hind dili”nde tam bir Kur’ân çevirisi yapıldığına dair kayıtlar var.

Kur’ân’ın ilk Türkçe çevirisinin ise, Sâmânîler devrinde yapıldığı öne sürülüyor. 961-976 tarihleri arasında tahtta oturan Sâmânî hükümdarı Mansûr bin Nûh’un emriyle, Horasan ve Mâverâünnehir bölgesinin Belh, Buhara, Fergana, Şâş gibi şehirlerinden toplanan âlimlerden bir çeviri kurulu oluşturulduğu biliniyor.

Bu çeviri kurulunun yaptığı Farsça çevirinin birer örneği İstanbul Ayasofya ve Almanya’da Dresden kütüphanelerinde bulunuyor.

Aynı kurulun, Farsça ile birlikte Türkçe çeviri de yaptığı öne sürülse de, bu güne kadar bu çevirinin herhangi bir kopyası bulunamadı.

Divânü lugâti’t-Türk ve Kutadgu Bilig gibi edebî başyapıtların ortaya çıktığı 11. Yüzyılda Türkçe Kur’ân çevirisinin yapılmış olması elbette büyük olasılık olarak düşünülebilir, ancak çeviriler konusunda elimizdeki en kesin bilgi, Şîrâzlı Muhammed bin Hâc Devletşâh tarafından 1334 tarihinde istinsah (el yazması ile çoğaltma) edilen bir Kur’ân çevirisidir.

Eserin 1100’lü yıllarda yazılmış olabileceğini öne süren Türkolog Aleksandr Konstantinoviç Borovkov onu ‘Orta Asya Tefsiri’ diye isimlendirmişti.

Aynı eserle ilgili araştırmalar yapan Dr. Emek Üşenmez’e göre, bu Türkçe Kur’ân çevirisi 900’lü yılların sonu ile 1000’li yılların başı arasında, Buhara ve Semerkant civarında, Türkçe ve Farsça ortak dilde yapılmış olmalıdır.

71. HİKMET

Hoş görmemekte alimler sizin dediğiniz Türkçe'yi
Ariflerden işitsen açar gönül ülkesini
Ayet hadis anlamı Türkçe olsa uygundur,
Anlamına yetenler yere koyar börkünü...

Kadı, müftü, mollalar şeriatın yolunu
Arif aşık almıştır tarikatın arkını
Amel işleyen alimler dinimizin çırağı,
Burak biner mahşerde eğri koyar börkünü...

Amel eylese alimler dini ve ayın aydınlığı
Görse olur onların görklü yüzünün rengi...
Amel işlemeyip "zâhir" ilmini bilmeyip kalanlar,
Arkasına yükler kırk eşeğin yükünü...

Kocayım deyip laf vurma bu dünya dayanıksız
Biliyorum diye söylemesin gönüldeki çirkini
Yol göstericidir Koca Ahmed marifetin gülistanı
Sözler sözü gerçek açar gönül ülkesini...

Miskin, zayıf Koca Ahmed yedi ceddine rahmet,
Farsça dilini bilerek güzel söylemekte Türkçe'yi...

HORASAN’DA TEKKELERİN ORTAYA ÇIKIŞI

Kaşgarlı Mahmûd Dîvânü lugâti’t-Türk eserini 1069 yılında tamamlamıştı. Yûsuf Has Hâcib ise, Kutadgu Bilig eserini yine aynı tarihlerde Karahanlılar’ın hakanı Süleyman Arslan Hakan oğlu Tavgaç Uluğ Buğra Han’a sunmuştur.

Ahmed bin İbrâhim bin İlyâs Yesevî ise, 1093 yılında bugünkü Kazakistan’da bulunan Seyrem kentinde doğdu.

8. İmam Rıza soyundan olduğu, dolayısıyla Ehl-i Beyt evlatlarından kabul edilen Yesevî’nin mürşidi olarak bilinen Arslan Baba’nın amcası olduğu da ileri sürülüyor.

Ahmet Yesevî’nin kendi döneminde Melâmetîyye ve Kalanderîyye akımlarından etkilenmiş olması muhtemeldir. Çünkü, şiirlerinde ve konuşmalarında her iki akıma dair özellikleri ve yaşama biçimlerini övdüğü görülür.

Ancak, melâmetilik ve kalenderilik akımlarının sıklıkla tarikat sanılmasına karşılık buraya bir şerh düşerek; bu “akım”ların İslâm dünyasında kişinin Allah ile “teslimat”ının yöntemi üzerine gelişmiş “yaşayış tarzı” olarak kabul edilmesi gerektiğinin altını çizelim.

Ahmet Yesevî ise, tekke kuran, yani frenkçe terimiyle “okul” kuran bir tasavvuf ehlidir.

İslâm dünyasında ilk tekkenin Şam yakınlarındaki Remle’de, bölgenin Hristiyan idarecisi tarafından Ebu Haşim el-Kufi için açıldığı söylenir. Ancak, bunu doğru olarak kabul edemeyiz.

Birincisi, Araplarda bu tür yapıların ismi tekke değil, “hankâh”tır.

İkincisi, bu binalarda dini alimler vardır ama, işlevleri genellikle kervansaray/manastır karışımıdır.

En ayırt edici olarak ise, bu hankâhlar sultan veya emirin mülküdür ve genellikle de buralara din alimleri değil, mülk sahipleri gömülürdü.

Halbuki, Horasan tekke (tekye)’leri ise, dünya malından elini eteğini çeken, tek işi Allah’a teslim olmak olan dervişlerin bir arada yaşadıkları alanlardır.

Bu yapılar görece otonomi ve dokunulmazlığa sahiptir, tüm sultan ve hükümdarlar tekkelerdeki dervişlere saygı duymak zorundadır.

Dolayısıyla, Ahmet Yesevî’nin kurduğu tekke, “Horasan Tasavvufu” ya da tasavvufta “Horasan Okulu” denilen akımın İslâm yorumunun özgünlüğüne ve biricikliğine işaret eder.

Burada konuyu dağıtacağı için derinliğine bahsetmesek de, bugüne gelen tekkelerin işlevsel ve yapısal özelliklerinin Nişabûr’da Ebû Saîd-i Ebu’l Hayr (967-1049) tarafından yerleştirildiğini de belirtelim.

900-1100 yılları arasındaki bu gelişmeleri birlikte değerlendirdiğimizde, Ahmet Yesevî’nin yukarıdaki 71. Hikmet’te ne demek istediğini daha iyi anlayabiliriz.

Kaldı ki, Ahmet Yesevî’nin savunduğu Türkçeleştirmenin başarılı olduğu, tarihi bir hakikattır.

Yesevî ve kendisinden sonra gelen Horasan Erenleri, İslâm'ı Türkçe aktardıkları için Türk toplulukların kitleler halinde İslâm’ı seçmesinde tayin edici rol oynamıştır.

Bin yıldır Selçukluları, Osmanlı ve Safevî devletlerini inancını Türkçe yaşayan ve ifade eden Türklerin kurduğunu ve büyük imparatorluklara ulaştırdığını unutmayalım.

Yorumlar

  • yorum avatar
    Muhammet Atmaca
    02-10-2023 23:01

    Aydınlatıcı bir yazı emegine saglık kardeşim

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.

Facebook Yorum