İstanbul
21 Kasım, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    32.58
  • EURO
    34.81
  • ALTIN
    2412.9
  • BIST
    9645.02
  • BTC
    66248.09$

HORASAN ERENLERİ’NİN GÜNEYDOĞU ANADOLU’DAKİ İLK YURTLARI -1

11 Eylül 2024, Çarşamba 13:07

Ulusların, milletlerin ve toplumların duygu, düşünce ve inancı, gayet tabiidir ki, o toplumun yaşayan kültürel ve inançsal değerlerinde ifadesini bulur. Alevi-Bektaşi inanç erleri de bu kültürel ve inançsal değerleri Ahmet Yesevî’nin direktifleri ile “Gaziyan-ı rum”, “Bacıyan-ı rum”, “Ahiyan-ı rum ve “Abdalan-ı rum” grubu olarak İpek yolunun Horasan caddesi üzerinden gelerek ilk olarak Güneydoğu Anadolu’ya taşıdılar.

“Bundan 50-60 yıl öncesi Urfa Kısas köyü cemevi’nde toplanan köy yaşlılarına Alevi-öğretileri ile ilgili kitaplar okurdum. Kitap okuma seansları arasında yaşlılar Hamdullah Baba’ya şöyle sorarlardı: Hamdullah baba biz buraya nerden gelmişiz? Hamdullah Baba şöyle derdi; “Bizim er ve erenlerimiz Horasan’dan gelmişiz. O çağda konar-göçer olduğumuz için, at ve davarlarımız ancak bu düz ovalarda karınlarını doyurabilir diye Urfa, Mardin-Diyarbakır üçgeninde Viranşehir, Ceylanpınar, Derik, Kızıltepe, Harran ve Suruç ovalarına yerleşmişler.” derdi.

Bu gerçeklerden geçmişte Urfa’da pek söz edilmezdi. Ancak günümüzde bazı araştırmacılar artık gerçekleri ifade etmektedirler. Bizde bu yazımızda Dede Garkın, Hacı Bektaş Velî ve Ahî Evren Velî’nin Urfa-Mardin çevresindeki kültürel ve inançsal izlerinden hareketle coğrafi yerleşim yerlerine değinmeye çalışacağız.

“Urfa’da Zahid ve abidlerin de varlığını kabul etmek gerekir. Bu böyle olduğu gibi yine, tasavvufi hareketlerin de özellikle görüldüğü şehirlerden biri olduğu da oldukça kabul gördüğü kesindir. Zahide ve sufilerin çok olduğu bölgelerde, tasavvufun, tamamen teşkilatlanarak yerleşmesi XII. Yüzyıl sonları ve XIII. Yüzyıl başlarına rastlamaktadır. Urfa’nın kendi içinde yetişen mutasavvıfları olduğu gibi Urfa dışından gelen mutasavvıflar da bulunmaktadır. Urfa’ya dışardan gelen mutasavvıfların hemen hepsi Horasan taraflarından gelmişlerdir.

Bunların içinde ehlisünnet olmayan Bektaşiliğe meyilli çok az derviş bulunmakta idi. Halk bu veli kullara azami saygıyı gösteriyor, bir kısmı bunlara intisap ederek tarikatlarına giriyordu.”1

“Son yıllarda yapılan araştırmalar sonucunda Dede Garkın’ın yaşadığı yerin Mardin ili Kızıltepe ve Derik ilçeleri ile Şanlıurfa ili Viranşehir ve Ceylanpınar ilçesi üçgenindeki Dede Garkın yöresi olduğu anlaşılmıştır. Bu üçgen içinde Circip çayının Halep-Musul yoluyla kesiştiği yer olan ve günümüzde Mardin ili Derik ilçesine bağlı Dedeköy’dür. *

Dede Garkın’ın yaşadığı yer âşıkların deyişlerinde de sıkça yer almıştır. Seyyid Ednaî’nin bir kasidesinde Abdülaziz Dağı’nda sığın (geyik) otlattığından bahseder

Sözü edilen Abdülaziz Dağı, Şanlıurfa-Ceylanpınar’ın güneyinde yer almakta olup, bu günkü Suriye toprakları içinde bulunan ve Büyük Circip çayının Habur Irmağına karıştığı yerin güneybatısında olan bir dağdır. Menkıbeye göre iki gün uzaklıkta diye anlatılan bu dağ ile bugünkü Dedeköy’de bulunan Dede Garkın’ın yeri arasındaki mesafenin gerçeğe uygun olduğu görülmektedir.

Dedeköy’de Dede Garkın’a ait tarihi bir türbe bulunmaktadır. Burada yatan kişi Numan Dede Garkın’dır. Dede Garkın hakkında anlatılan Menkıbelerde Dede Garkın’ın on yedi dervişi olduğu belirtilerek dört halifesinin de adına yer verilmiştir.

 

On yedi derviş ile Furat yana azmeyleyen

On yedi derviş ile Murad’a ubur eyleyen”

 

Alevi geleneğinde on yedi denildiği zaman ilk akla gelen on yedi kemerbesttir. * Dede Garkın hakkında yazılan ve anlatılanlarda on yedi vurgusu sıkça dile getirilmektedir. Ednai’nin yukarıdaki dörtlükte vurguladığı Dede Garkın’ın on yedi derviş ile hareket halinde olması bunun bir göstergesidir.

Dede Garkın’la ilgili önemli kaynaklardan birisi 1358 yılında Elvan Çelebi tarafından yazılan Manâkıbu’l Kudsiyye isimli eseridir. Bu esere göre “Dede Garkın Şam’dadır (Suriye). * Halifelerinin ve taliplerinin bir bölümünü Rum’a (Orta Anadolu) göndermiştir. Devrin Akkoyunlu Hükümdarı İbrahim olması muhtemel sultanı, bu zatı keramet sınavından geçirerek on yedi pare köyü kendisine vakıf olarak vermiştir. *

Menakıbu’l Kudisiyye’yi latinize eden A. Yaşar Ocak, esere yazdığı giriş bölümünde bu hükümdarı Anadolu Selçuklu sultanı I. Alaattin Keykubat olarak sunmuş ve 17 köyün vakıf olarak verildiğini belirtmiştir.”2.

Yukarıdaki tarihi tespitler araştırmacılar tarafından nasıl yapılırsa yapılsın, şu gerçektir ki, bu erenlerin Anadolu’daki ilk yerleşim yerlerindeki kültürel ve inançsal izleri Güneydoğu Anadolu bölgesindedir. Örneğin;

“Eski Harran’da 17 mabedin 17 kâhini bulunuyordu. Şamanizmde de de yersular 17 han’dan oluşmaktadır. Bu hanlar tepelerde ve nehir kıyılarında otururlar. Alevilerde de 17 kişi Harran kapısında durarak hak ve adalet dağıtırlar.

Gene Anadolu Alevilerinde 17 kemerbest vardır. Ayrıca Nusayrilere göre önemli ziyaretler ırmak kıyılarında ve tepelerde bulunmaktadır. Eski Türklerde semanın simgesi 17’dir. Alevilerce de Harran, gök yerine kullanılmıştır. Kapısında 17 kişi vardır.”3.

Aslında bu kültürel ve inançsal değerlerin su kültü tasvirini yaşam kaynağı olarak Türk milli kültür, kimlik ve inanç özelliklerini vurgulayan Göktürk Kağanları’nın duygu, düşünce ve inancına kadar uzandığı görülmektedir.

“Türk Tanrısı Türkün mukaddes yeri suyu böyle tanzim etmiş. Türk milleti yok olmasın diye, millet olsun diye babam El-teriş Kağanı, anam El Bilge Hatunu, Tanrı tepesinde tutup yukarı götürmüş (yüceltmiş) Babam Kağan “on yedi er” ile dışarı çıkmış, dışarıya yürüyor diye şehirdekiler dağa çıkmışlar, dağdakiler inmişler, derlenip “yetmiş er” olmuşlar. Tanrı güç verdiği için Babam Kağanın ordusu Kurt gibi imiş, düşman koyun gibi imiş, ileri, geri (doğu ve batı) asker yürüterek derlemiş, çoğalmış, hepsi “yedi yüz er” olmuşlar.

Bu Türk milletine silahlı düşman getirmedim, il de millet de yok olacaktı. Kazandığı için uyarak, kazandığım için.

İl de il oldu, millet de millet oldu. Artık ben özüm yaşlandım…”4.

Evet, hayat belli bir yaşa kadar sınırlıdır, bunu bilen İl-Teriş (El-Teriş); “Yurt tutan, yurt kuran, yurt seven”, kendisinden sonrasını gelecekteki ere kişilere bırakır. İşte bu er de Hacı Bektaş Veli’dir ki, o da bu öngörüyü ulusuna; “İline, beline ve diline sahip ol” düsturu olarak üç sözcükle ifade ederek kutsallaştırır.

Buradaki tasvirler deyimlerdeki ifadeler tamı tamına Dede Garkın’ın Urfa Viranşehir, Ceylanpınar yolunun 16. Km.de bulunan türbesinin bulunduğu cırcıp dere ve ırmağının birçok kolunun birleşerek Fırat nehrine döküldüğü yerdir. Bunun tarihi ve coğrafi mekanlarını ne yazık ki, bizler kayda geçmemişiz, ancak hiç olmazsa yabancı seyyahlar şu şekilde kayda geçmişlerdir.

“Dede-kargın veya Dede-Karkın Urfa ile Mardin’in güneyindeki Koçhisar (bugün Kızıltepe) arasında bulunmaktadır. 1664 senesinde buradan geçen Jean-Babtiste Tavernier, on bir saatlik bir yolculuğu müteakip Urfa’dan Dedecardin’e geldiklerini yazmakta ve bu mahal için şu malumatı vermektedir: “Burada büyük bir kale görünür, fakat tamamen haraptır. Sadece kabardığı zaman çok genişleyen nehrin üzerinde, seyyahların karşıya geçmelerine hizmet eden, uzun ve çok sağlam taş bir köprü vardır. Mahallin köylülerinin kayaların içindeki oyuklardan başka ikametgâhları yoktur. Oradan geçenlere tereyağı ve peynir ile satışa arz ettikleri diğer emtiyı getirirler.”

Mardin-Viranşehir arasında Circip suyu kenarında bulunan küçük Dede köyü olmalıdır.  Bugün kale harabesinden eser yoktur. 1664’de uzun, çok sağlam olduğu belirtilen taş köprünün de sadece birkaç ayak izi kalmıştır. Köy civarında, suyun her iki yanında mağaralara bugün de rastlanmaktadır. XVII. yüzyılda Mardin’i Urfa’ya bağlayan bu yol artık terk olunmuştur. Köyde üst kısmı koni şeklindeki ziyaret Dede Karkın adı taşımakta ise de hiçbir kitabeye rastlanmamıştır.

Dede-Garkın 1518 (924)’de Berriyecik livasına bağlı büyük bir köydü (BA, TD 64,363). Köyün o tarihte 71 vergi hanesi ve 9 mücerredi, 36.500 akça hasılı vardı. Dede Kargın’ın 1526 (932)’de hem bir köy adı hem de kendi de dahil 5 köyü ihtiva eden nahiye olduğu da görülmektedir. (BA, TD 998, 53). Burada ayrıca bir de zaviyenin olduğu anlaşılmaktadır. (BA, TD 200, 839)”

Bu isim oğuz boylarından Karkın ile yakın ilgisi olmalıdır. (bkz. F. Sümer, Bozoklu Oğuz Boylarına Dair, DTCFD, XI, 1953, 88-102; aynı yazar, Oğuzlar (Türkmenler), Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, Ankara, 1976, 305-7).”5.

Dede Garkın’ın türbesi Cırcıp deresi yamacında olup, bu birçok Cırcıp dereleri ve ırmakların birleştiği Urfa-Diyarbakır arasındaki Karacağ’dan eriyen karların ve şiddetli yağışların sonucu sele dönüşür. Dere yatakları taşar arazilere kadar yayılır. Bunu her yüzyılda bir Urfa’daki sel felaketlerinden de anlıyoruz.

Bu itibarla Dede Garkın’ın türbesinin bulunduğu bu yer de aynı dere boyunda Aslan Baba ve Hacı Bektaş Velî’nin de ocakdaşı (üçgen) yakın mesafede ilk kadem bastıkları topraklardır. Dede’nin “garkın” lakabı işte böylesi bir selde “suya gark olması”ndan alsa gerektir zira. Anadolu’nun dört köşesine dağılmış ocağın her yörede şu isimli köyleri buna delalet etmektedir.

“Kargın, baharla birlikte eriyen karların oluşturduğu suyun bir meyilden, taşlar üzerinden sekerek akmasına verilen bir addır. Anadolu’daki birçok Kargın, Korhun, Korkun, Karkın, Garkın adlarının geçtiği köylerin yakınlarında bu tarz akarsuyun bulunduğu görülür.”6

Bu açıklama da asıl söz konusu olan yer işe Dede Garkın’ın Urfa-Viranşehir ile Mardin Kızıltepe arasındaki Dede köyüdür. Dede Türkmen boyları içerisinde Karkın boyunun beyidir. Ancak, “kargın” onun suya “karg” olmasının sonucunu ifade eden bir lakabı olmuştur.

Ahmet Yaşar Ocak Anadolu’ya gelişte, “Göç nasıl başlamış, nasıl cereyan etmiş olabilir? Sorusunu sorduğumuzda şöyle bir senaryo hayal edebiliriz. Herhalde her Türkmen boyu, kendi reisleri yönetiminde, muntazam kafileler halinde yollara dökülüyor, muhtemelen her boy ya kendi başına hareket ediyor ya da daha büyük topluluklara katılıyordu. Geçecekleri güzergâhlar hakkında daha önce bilgi edindiklerini veya o güzergâhları ve oralardaki tehlikeleri tanıyanları kılavuz olarak kullandıklarını düşünebiliriz. Hangi dağlardan tepelerden aşacaklarını, hangi ırmaklardan nasıl geçeceklerini öğrenip muhakkak ona göre tedbir alıyorlardı.

Bu genel manzara içinde Türkmen oymaklarının hem yöneticisi hem dinî lideri olan ve yerleştikleri bu yerlerdeki hayatlarını tanzim eden Abdal, sultan, baba ve dede dedikleri “yerleşimci şeyhler ve dervişler” olacaktır. Onlar gerçekten bu yepyeni topraklarda beraberlerindeki insanların düzenli bir hayat kurmasında en baş rolü oynayan kişilerdi.”7.

“Doğudan Horasan üzerinden Anadolu’ya Türkmen akınlarının başlaması ile birlikte Alevi kültürü de aynı zamanda akmaya başlar. Türklerin Türkistan’da iken Şiiliği benimsemelerinin tek nedeni, Emevi iktidarı zamanında Arap olmayan toplulukların hor görülmesi, “Mevali” adı altında köle sayılmaları ve Emeviler’in Hz. Ali soyuna zulmetmeleri sonucu olmuştur.

Anadolu Selçuklu devletinin, Büyük Selçuklulardan ayrılıp birliğini tamamlayıncaya kadar bu yerlerde pe çok Alevi-Şii beylikler kuruldu. Bu beyliklerin dışında yine Alevi topluluklarından Karkınlar, Diyarbakır yörelerine yerleşirler.

Özetle denilebilir ki Anadolu’nun tüm yörelerinde Baba diye anılan dergâh ve yatırlar, Bektaşilik dergâh ve erenlerinden başka şey değildir.”8

Peki, 1000 çadırlı bu Türkmen boyu ve ocağının yurduna ne oldu? Koçhisar olan yerin adı neden ve nasıl! “Kızıltepe” oldu. Alevi-Bektaşilerin bunu düşünmesi araştırmacı ve tarihçilerinin bu konu üzerinde araştırmalar yaparak, tarihi gerçekleri ortaya koyması gerekmektedir. Ancak, tarih bu Türkmen boyunun 1240 sonrası asıl dağılması konusunda şunu kaydetmiştir.

“1516’da Osmanlılarla Safaviler arasında cereyan eden Dede Kargın muharebesi, 1517 yılı ilkbaharında önce Mardin’in ardından Ruha’nın Osmanlı topraklarına katılmasıyla neticelenir.

Fakat ne yazık ki birçok sancak gibi Ruha’nın da XVI. Asır sicilleri kayıptır. Bununla birlikte biri XVI. Yüzyılda diğeri 17. Yüzyılda görev yapan Ruha kadılarından ikisinin ismine tesadüf etmek mümkün olabilmiştir.

TD 64’te Ruha Sancağına bağlı 190 köyün kayıtlı olduğu görülmektedir. Bunlardan 53’ü meskûn vaziyette olup, 137 köy nüfus bulunmayan “virân” köylerdir. Viran köyleri, mezra mütalaa etmek lüzum geleceği için onlar o tasnif içinde değerlendirilmiştir. Yalnız bu yerlerin ilk bakışta çok büyük bir nispeti ifade ettikleri fark edilmektedir. Öyle ki toplam köy sayısının 0/072’si yerleşme sahası olmaktan çıkmıştır.

Bunun sebebi daha önce de belirtildiği gibi Osmanlı-Safavi mücadelesi sırasında bölgenin fevkalede mutazarrır olmuş olması ve ahalinin dağılmasıdır.”9.

Anadolu’daki kadıları harekata geçiren bu fetva ve fermanları uygulamalara paralel olarak zihinsel olarak da kin ve nefretle yönlendirilen kesimlerden en başında gelen İdris-i Bitlisi’nin bilfiil planlayarak yönlendirdiği aşiretlerle birlikte Yavuz-Şah İsmail kışkırtması sonucu Şah taraftarı Kızılbaş Türkmenlerin menkul ve gayri menkulleri, köylerini Yavuz’dan aldığı boş fermanlarla Kürt İdris-i Bitlisi bölgedeki yandaşları aşiretlere dağıtır.  

“Çaldıran zaferinden sonra İdris-i Bitlisi ve Bıyıklı Mehmet Paşa’nın gayretleriyle Osmanlı hakimiyetine kazandırılan Güneydoğu Anadolu’da yine onların çalışmaları ile Diyarbekir merkez olmak üzere Musul, Diyar-ı Rabia, Muzar ve Bitlisi de içine alan gayet geniş bir vilayet teşkil edilmiştir.

Bölgenin idari teşkilatının da doğrudan doğruya İdris-i Bitlisi ve Bıyıklı Mehmed Paşa tarafından tamamlandığı anlaşılmaktadır. Bu hususta İdris-i Bitlisi’ye “boş ahkâm kağıtları” (ferman) gönderilerek sancak tevcih edilen beylere yollanması istenmiştir. Bunların 22’si berat, 1’i beylerbeyi beratı, 7’si istimalatnâme olmak üzere toplam 30 adet olduğu anlaşılmaktadır.”10.

Devam edecek.

*****

1- Mahmut Karakaş, “Urfa’da Tasavvuf İzleri”, Şurkav Şanlıurfa İli Kültür Eğitim Sanat ve Araştırma Vakfı Yayınları, Uyum Ajans, Ankara, 2017, s.20-21-22

2- Hüseyin Dedekargınoğlu, “Dede Garkın süreğinde Cem”, Yurt Kitap-Yayın, Ankara, 2010, s.26-27; Hamza Aksüt, Aleviler, s.78-19; * Şam ifadesi bütün Suriye’yi kapsar. Şehir olan Şam’ın adı Dımışk’tır. * Ayrıca Dede Garkı’ın “Garkın” sıfatı, günümüzde türbesinin bulunduğu cırcıp deresi yamacında olduğundan, Urfa’da her yüzyılda bir büyük “sel” felaketinden ötürü kabaran derede suya “karğ olması” ndan ötürü olsa gerektir.

3- Nejat Birdoğan, “Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik”, Hamburg Alevi Kültür Merkezi Yayınları, Hamburg, 2000, s.220-221; * Harran’da sin tapınağı, Türklerin Göktanrı inancı ile de örtüşmektedir.

4- Ali Öztürk, “Ötüken Türk Kitabeleri”, Milli Eğitim Basımevi: 2955, İstanbul, 1996, s.67-33

5- Nejat Göyünç, “XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı”, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991, s.25

6- Hüseyin Dedekargınoğlu, “Dede Garkın süreğinde Cem”, Yurt Kitap-Yayın, Ankara, 2010, s.80

7- s.29-33Ahmet Yaşar Ocak, “Dede Garkın- Emîrci Sultan (13. Yüzyıl)”, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2011,

8- Burhan Kocadağ, “Alevi – Bektaşi Tarihi”, Can Yayınları. 56, İstanbul, 1996, s.62-63-74

9- Ahmet Nezihi Turan, “XVI. Yüzyılda Ruha (Urfa) Sancağı”, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2012, s.5-23; Hoca Sadeddin, Tarihü’t-tevârih, II, İstanbul, 1283, s.320; BA, TD 64, s.388; Nejat Göyünç, “Diyarbekir Beylerbeyliği’nin İlk İdari Taksimatı”, İÜEF Tarih Dergisi, s.23 (Mart 1969), s.27

10- Dr. Mehmet Emin Üner, “Osmanlıdan Cumhuriyete Urfa Tarihi”, T.C. Şanlıurfa Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları, Navi Medya, Ankara, 2009, s.28; * Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Devri Üzerine Makale-Araştırmalar, Isparta, 1999, s.170-171-136

1- Dede Garkın Türbesi etrafındaki Kargın Türkmen boyunun simgesel mezar taşı Şahidesi

2- Dede Garkın’ın Urfa Viranşehir, Ceylanpınar arası Cırcıp Deresi kenarındaki Türbesi.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.

Facebook Yorum