İstanbul
21 Kasım, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    32.58
  • EURO
    34.81
  • ALTIN
    2412.9
  • BIST
    9645.02
  • BTC
    66248.09$

GÜNÜMÜZDE LAİKLİK VE ALEVİLER

22 Haziran 2024, Cumartesi 22:39

Alevi Bektaşiler, ama özellikle de “aydınlar”ın laiklik konusunda hassasiyete sahip olduklarını söylememiz zor.

Slogan olarak “Türkiye laiktir, laik kalacak” tümcesini severek kullansalar da, özünde, kimi siyasi motifli Sünni tarikatlarla birlikte, laiklik ilkelerini en çok çiğneyenler arasında Alevi Bektaşi aydınları gösterilebilir.

Siyasi partilerin propaganda alanına çevrilmiş cemevleri, siyasi parti taraftarlığına göre bölünüp ayrışmış sözde “çatı kurumları” ve kendi tarafına çekemedikleri kesimleri siyasi jargon ve terminoloji çerçevesinde tekfir eden yönetici kadro...

İşte, Alevi Bektaşilerin 30 yıldır uyarılarımıza rağmen içerisine çekildikleri “cendere”nin fotoğrafı budur!

Alevi Bektaşi aydınların laiklik hassasiyetinin olmadığını ülkemizi yeni bir kamplaşmaya iten “Diamond Tema vakası”nda da üzülerek, yeniden tespit etmek durumunda kaldık.

SEKÜLERİZM NEDİR, LAİKLİK NEDİR?

Sekülerizm, modern çağın değil, aslında Roma imparatorluğu Hristiyan köktendincilerin eline geçmeden önce geçerli olan bir devlet ilkesiydi.

Bu ilke, devletin birden fazla dine “uyumlu davranması” anlamına geliyordu.

En büyük karşıtları da Yahudiler ve Hristiyanlardı. Nitekim, Roma Hristiyanların eline geçer geçmez ortadan kaldırıldı.

Laiklik ise, devletin “din dışı” olma hâlini ifade eder. Ya da tersten söylersek, din devletin dışına itilir.

Avrupa’da “Aydınlanma” sonrasında ortaya çıkan bu kavram, aslında Hristiyan ruhban sınıfının yönetsel yetkilerinin elinden alınması, sistemin görece bir ifadeyle “halklaşması”, avam bir ifadeyle söylemek gerekirse, “ayakların baş olması” durumuna karşılık gelir.

Devletten ve sivil hayattan Hristiyan ruhban sınıfının kelimenin tam anlamıyla “kovulması” demektir, laiklik.

Mustafa Kemal Atatürk de bu farkı ve karşılık gelen anlamını bildiği için, 1935 yılında yapılan Cumhuriyet Halk Partisi programına laiklik ilkesini “dışdinseltçi” olarak yazdırmış, bu kavram daha sonra, önce “layık” sonra da “laik” olarak ifade edilmiştir.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN DİNE YAKLAŞIMI

Türkiye’de üzerinde en çok tartışılan ve spekülasyon yapılan konulardan birisi de ülkemizin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün din hakkındaki düşünceleridir.

Genellikle din karşıtı olarak gösterilmek istenen Atatürk’ün görüşleri şu şekilde:

Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi; fakat bina, uzun yüzyıllardır ihmale uğramış.... birçok yabancı unsur -yorumlar, hurafeler- binayı daha fazla hırpalamış...

Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor; kaste ve fiile dayanan bağnazca hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.

(Asaf İlbay, Asaf İlbay Anlatıyor, Yakınlarından Hatıralar, Sel Yayınları, 1955, s. 102-103.)

Mustafa Kemal Atatürk, laikliğin uygulanması hakkındaki görüşlerini de hoşgörü üzerine kurmuştur.

Hakk’a yürümesinin ardından, Milli Şef yönetiminde sertleşen uygulamaların aksine, Atatürk, “laiklik” ilkesini hürriyet ve hoşgörü çerçevesinde ele almaktadır.

Kendi kaleminden hazırlanan Medeni Bilgiler kitabından okuyalım:

Vicdan hürriyetinin, ruhun, Allah’ın yüce gücü altında, dini hayatı yönetim için sahip olduğu, haktan ibaret olduğunu sanmış olanlar, acaba bugün nasıl düşünmektedirler? Bu gibiler, kendileri gibi, düşünmeyenlere içlerinden olsun kızmıyorlar mı?

Bu saydığımız anlayışta bulunduğuna ihtimal verilen kimselere, hür düşünceliler, acaba, bir üzüntü duygusuyla, bir kaygı ile bakmıyorlar mı?

Bu saydıklarımız gibi, çeşitli inanıştaki kimseler, birbirlerine, kin, nefret besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlarsa ve hatta sadece birbirlerine acıyorlarsa, bu gibi kimselerde hoşgörü yoktur; bunlar bağnazdırlar.

Hoşgörü o kimsede vardır ki, vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdani inanışlarına karşı, hiçbir kin duymaz; aksine saygı gösterir. Hiç olmazsa, başkalannın, kendininkine uymayan inanışlarını bilmemezlikten, duymamazlıktan gelir.

(Mustafa Kemal Atatürk, Medeni Bilgiler, Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Afet İnan, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2. Basım, 2010, Sayfa: 88)

Burada laik yaşam ve davranış biçiminin tartışmaya yer vermeyecek şekilde karşılıklı hoşgörü ilkesi çerçevesinde ifade edildiği açıktır.

LAİKLİK, İNANÇ HÜRRİYETİNİ ENGELLEMEK DEĞİLDİR

Ancak, yukarıda belirttiğim gibi, kurucu liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün karşılıklı hoşgörüyü esas alan bu görüşlerine karşılık, ülkemizde laiklik, empoze edilen bir tehdit algısına koşut “İslâm dininin sınırlandırılması” olarak anlaşılmış ve uygulanmıştır.

Bu anlayışı Emre Kongar şu sözleri ile ifade ediyor:

Laiklik, devletin, dinler ve inançlar karşısında tarafsız olması; bir dine ya da inanca bağlı insanların, devleti ele geçirerek ya da başka yollarla, öteki inanç sahipleri üzerinde baskı yapmasını önlemesidir.” (Emre Kongar, Demokrasi ve Laiklik, Remzi Kitabevi, 1997, Sayfa: 141)

Birilerinin “dini kullanarak devleti ele geçireceği” algısı üzerine kurulu sözde “laiklik anlayışı”nın geçmişine baktığımızda, İsmet İnönü’nün Milli Şef döneminde, esasen eski harflerle basılı kitaplarla öğretim yapılmasını yasaklayan 1353 Sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun’a “muhalif hareketler”in suç kapsamına alınması devamla, evinde “eski yazı” veya Arapça kitap bulundurmaya kadar genişletilerek vatandaşlara hapis ve para cezası uygulamasının yoğunlaştığını tespit ediyoruz.

Türkçe ezana muhalefet”, “kasketlerini ters giyen erkekler”, “şapka kanununa muhalefet”, “halkı hacca gitmeye teşvik etmek” ve daha pek çok akıl dışı yasaklamalarla “Milli Şef” döneminde tahkim edilmek istenen laiklik, asıl amacından ve rotasından saparak pek çok noktada inançlı insanlarla savaşa dönüşmüştü.

Bugün dahi üzerinde mutabakat sağlanamamış bir kavram olan laiklik, pek çok kesim tarafından ortaya atılan “Şeriat tehlikesi”ne karşı önleyici mekanizma olarak kabul ediliyor.

Bu “algı” ise, toplumsal mutabakatın oluşmasını engellemekle kalmıyor, kimilerinin elinde istismar edilebilecek bir enstrümana da dönüşüyor.

Nitekim, “herkesin inancına saygı ve hoşgörü” olarak anlaşılması gerekirken laiklik, onu savunduğunu iddia eden kesimlerin İslâm’ın ne kadar “defolu” olduğunu ifşa etme kampanyasına dönüşmüş durumda.

Çünkü, “şeriat tehlikesi” ile vatandaşlar üzerinde oynanan algı senaryosu, bugün esas olarak, inançlı insanlarla “seküler kesim” olarak ifade edilenleri karşı karşıya getirmeyi hedefliyor.

Ne yazık ki, içlerinde Alevi Bektaşilerin de olduğu çok sayıda insan, bu yapılanların toplumu bölmek ve kargaşa üretmek üzere dizayn edildiğinin farkında dahi değil!

Halbuki, “laiklik” devletin eşit mesafede inançların varlığını koruması ve inançlar arası çatışmanın önlenmesi için kullanacağı bir enstrüman olması gerekirken, bir kesimin sürekli İslâm’ı bir tartışma odağı olarak çatışma merkezine taşıma girişiminin enstrümanına dönüştürülmesi, kazananı asla Türkiye ve Türk milleti olamayacak bir kışkırtmadır.

Türkiye’yi Kürt-Türk, Alevi-Sünni, İnançlı-İnançsız kamplaşmalarına sürükleyerek yaratılacak kargaşa, sadece ülkemizin milli birliğini zayıflatır ve küresel çatışmaların yoğunlaştığı günümüzde bağımsız tedbirler almasını engeller.

Acı ve kanlı bedeller ödeyerek bu gerçeği deneyimlediğimiz bir tarihimiz var.

İNANÇ ALANI BİREYİN KİŞİSEL ÖZGÜRLÜĞÜDÜR

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Aralık 1948 tarihli ve 217 A (III) sayılı kararıyla benimsen Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin 18. maddesi dini özgürlükleri bireyin “doğal” haklarından sayıyor: “Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır; bu hak, din veya inancını değiştirme özgürlüğünü ve din veya inancını, tek başına veya topluca ve kamuya açık veya özel olarak öğretme, uygulama, ibadet ve uyma yoluyla açıklama serbestliğini de kapsar.

Dikkat ederseniz, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi inançlarla savaşma hakkını değil, bireylerin inanma veya inanmama hakkını özgürlük kapsamında değerlendiriyor.

Her bireyin inanma veya inanmama özgürlüğü vardır, ancak hiç kimsenin başkalarının inançlarını terk etmelerine zorlayıcı kampanya düzenleme hakkı yoktur.

Bu nedenle, “Diamond Tema vakası”na temel özgürlükler perspektifinden bakmalıyız.

Temel ilke şudur: Sizlerin inanmama hakkınız kadar, başkalarının da inanma hakkı vardır. Dolayısıyla, Mustafa Kemal Atatürk’ün de çerçevesini çizdiği hoşgörü olmadan laiklik de olmaz.

Ayrıca, insanların neye inanacağına karar verme makamı yoktur ve olamaz. Hiç kimsenin başkalarının inançlarını sorgulama hakkı da yoktur. Çünkü, inanç bireyin kendi “doğal özgürlükleri” çerçevesinde yaptığı bir tercihtir.

Yıllarca toplumu “özgürlük” sloganları ile manipüle edenlerin, şimdi toplumsal çatışmadan fayda umarak, inançlı insanların değerlerini doğrudan hedef almaları, “genç bir delikanlının heyecanı”ndan daha öte bir çerçevede değerlendirilmek ve analiz edilmek zorundadır.

Alevi Bektaşi toplumu da, özellikle son 30 yıldır, benzeri bir saldırı ile karşı karşıyadır. Hz. Ali’nin katil olarak resmedilmesi, Allah’ın, Peygamberin inkâr edilmesi üzerine kurulu “Alisiz” inkârcı kesim, içimize fitne sokmak ve Alevi Bektaşi toplumunun birliğini ortadan kaldırmak için bugün tanık olduğumuz yöntemleri kullandı.

İnançlı Alevi Bektaşiler o nedenle, bu türden kışkırtmaların nereye varacağı konusunda deneyimli ve “şerbetli”dir.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.

Facebook Yorum