DİNE İHTİYAÇ VAR MIDIR?
07 Mart 2025, Cuma 12:57Bu sorunun cevabından önce, doğru bir cevap vermek için onu biraz detaylandırmak lazım! Detaylandırmadan önce de şöyle bir giriş yapmam gerekir:
- Bundan bin yıl önce böyle bir soru yoktu! Bu soru, modern dünyanın sorularından biridir!
Kadim dünyanın insanları yiyip içiyor ve nefes alıp veriyordu, fakat bunları niçin yaptığını kendinden sormuyordu! Dini hükümleri yerine getiriyordu, ama niçin yerine getirdiği sorusunu aklından geçmiyordu! Fakat son bir iki asırda her şeyin nedenini öğrenmeden o şeyi yapmamaya kararlı bir varlık haline geldi!
Peki neden böyle oldu?
Nedeni şudur: Eski çağlardaki “dindar” insanlar(!) kendilerini hep “mükellef” ve “kul insan” olarak görüyorlardı. Yalnızca Allah karşısında vazifesinin ne olduğunu öğrenmeyi seviyorlardı! Diğer bir ifadeyle; eskinin insanları kendilerini “kul insan” olarak gördükleri için, din alimlerinden yalnızca “vazifelerinin” neler olduğunu sormakla yetiniyor ve ona göre de ibadet ve itaatlerini yerine getiriyorlardı!
Fakat çağdaş insan böyle değildir! Allah’a karşı vazifesinin neler olduğunu araştırmaktan daha çok, “hakkının neler olduğu arayışı içerisine girmiştir!” Diğer bir ifadeyle; çağdaş insan, “benim vazifelerim nelerdir?” diyen insan olmaktan çıkmış, daha çok “benim haklarım nelerdir?” diyen insana dönüşmüştür!
Daha doğrusu o tür insanın bu türden tutumu, içerisinde bulunduğumuz bu çağda şu soruya dönüşmüştür: “Dindar olmak benim haklarımdan mıdır, yoksa üzerime farz olan bir şey midir?”
Yani “Allah’a iman etmem ve dindar olmam, bana farz mıdır, değil midir? Şayet farz ise, o taktirde önceki insanlar gibi dinî ulemanın yanına gidip, teklifimi onlardan öğrenip icra etmem lazım! Şayet üzerime farz değil de benim haklarımdan biri ise, o taktirde benim dindarlığı terk etme ve Allah’ı inkârda bulunma gibi haklarımın da bulunması gerekir!”
Yani bu durum, aynen bir şeyi tercih etmek gibidir! Şayet bir şey senin önüne yalnızca “tercih olarak” sunulur ve sen de o şeyi tercih etmez isen, onun için bir ceza verilmez!
Şayet tercih etmek sana farzdır derlerse, o taktirde farz olan bir şey terk edildiği taktirde ceza da gerektirir!
Dolayısıyla, böyle bir çağda insanoğlu şu sorunun cevabını bulmaya çalışıyor: “Acaba dindar olmak ve bir dini tercih etmek bana “farz mıdır, hak mıdır?” Şayet farz ise onu ispatlamak lazım, şayet hak ise, o dinlerden birini tercih etmemek benim de hakkımdır!”
Bu, geniş bir konu olduğu için daha fazla girmek istemiyorum!
Şimdi, bu sorunun biraz daha detaylarına geçelim!
Aslında bu soru insanın “din” üzerine ikame edilen ihtiyaçlarıyla ilgili bir sorudur. Sorunun cevabını bulmak için bunun daha da detaylandırılması gerektiğini baştan söyledik.
Bu minvalden hareketle ilk önce “dine ihtiyaç nedendir?” ona bakacağız. İkinci olarak da “dinden neyin kastedildiğini” inceleyeceğiz.
Böyle yaptığımız taktirde ancak doğru bir cevaba ulaşabileceğimiz kanaatine sahibim!
“Neden dine ihtiyacın olduğu” hususuyla ilgili beş görüş beyan edilmiştir.
Şimdi bu görüşleri teker teker izaha çalışalım:
Birinci görüş şudur: Derler ki dine ihtiyaç, psikolojiktir!
Örneğin ünlü psikolog Sigmund Freud, dine duyulan ihtiyacın “korku” olduğunu söyler! Ona göre bazı tabii olaylardan korkmaları sonucu insanoğlu, Allah/din diye bir şey yaratmıştır! Mesela ilk insanlar deprem, tufan, kuraklık, hastalık, sel felaketi, düşman baskını ve bunun gibi şeylerden korkup, o afet ve belalardan kendilerini koruması için birtakım şeyleri kendilerine ilah edinmiş ve o ilahlara sığınarak bu tehlikelerden kurtulma yoluna gitmişlerdir! Bu psikoloğa göre dinin kaynağı korkudur!
Tabii ki, İslam alimleri bu görüşü reddeder ve dinin kaynağının korku olmadığını iddia ederler!
Günümüzde, bilimsel anlamda tabiattaki o felaketlerin nedenleri çözülmesine rağmen, yine de insanlar Allah’ın ve dinin varlığına iman ettiklerini öne sürerler!
Fakat Freud bu görüşünde pek de haksız değildir, zira tabiat olaylarından kaynaklanan korkular, günümüzdeki bilimsel gelişmeler nedeniyle ortadan kalkmış olsa dahi, onun yerine örneğin “Cehennemde yanma korkusu” gibi başka bir takım dini korkular yerleştirilmiştir!
Günümüz insanlarının %99’u dindar değillerdir! “Dindarlıkları” Cehennem korkusundan kaynaklanıyor! Şayet cehennem olmasaydı ne namaz ne oruç ne hac ve ne de zekât olurdu.
Demek ki dindarlıktaki asıl faktörlerden birisi “korkudur!”
İşte bu, psikolojiktir! Yani insanların dine (Allah’a) ihtiyaç duymalarının temelindeki neden, bu psikolojik korkularını gidermeleridir!
Sorun şuradaki, bilim gelip ilkel korkuları yok edip ortadan kaldırırken, din gelmiş onun yerine başka bir korku ekmiş ve tabiat felaketleri korkusunun yerine dini korkuları dikmiş, neticede yine Freud haklı çıkmıştır!
İkinci görüş şudur: Derler ki, dine ihtiyacın nedeni sosyolojiktir (dine ihtiyaç toplumsal ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır!).
Örneğin ünlü sosyolog Emile Durkheim ve onun gibileri der ki, “dinin kaynağı toplumdur!” Yani bireyler arasındaki bağı güçlendirsin diye “toplumsal ruh” dini yaratmıştır!
Bundan dolayıdır ki her kabilede belirli bir din oluşmuştur. Örneğin Farslarda “Mecusilik”, Rumlarda “Hıristiyanlık”, Ortadoğu’da “İslam dini” vs. icat edilmiştir!
İşte toplumlar içerisinde fertlerin birbirleriyle bağlarını güçlendiren şey, bu “din inancı” olmuştur! Bundan dolayıdır ki o topluluk içerisinde yaşayan fertlerin birbirleriyle oluşturdukları dayanışma bağlarının kopmaması ve toplumun zayıflamaması için, onlardan birisi mensubu bulunduğu toplumun bağlandığı inancı inkâr ettiğinde ya da o inanca karşı yeni görüşler ortaya attığında, derhal toplum tarafından “mürtet/dinden çıkmış” olarak itham edilmekte ve katline ferman verilmektedir!
Fakat şu dönemde bu türden bir tehlike söz konusu değildir, zira artık din topluma hareket vermiyor. Özellikle de içinde bulunduğumuz bu çağda, dünya toplulukları içerisindeki bireyler arasında bağları güçlendiren din, yerini “vatandaşlık”, “ulusçuluk”, “milliyetçilik” ve “ideolojik” gibi değerlere bırakmıştır!
Bu değerler artık tüm din ve mezhep müntesipleri içerisine yerleşmiş ve dinin yerini almıştır!
Bu da “dine ihtiyacın toplumsal oluşu görüşünün son bulması” demektir!
Yani; her din mensubu insanlar içerisinde mezhep, tarikat, ideoloji vs. gibi birçok fraksiyonlar oluşmuş ve dinin yerini bu türden bağlar almıştır!
Üçüncü görüş şudur: Derler ki, dine ihtiyacın nedeni “ruhi” dir!
“Ruh” ise, nefis ve psikolojiden ayrı şeydir!
Psikologların düşüncelerinde “nefis” ve “ruh” diye iki ayrı şey yoktur. Onlara göre yalnızca psikoloji (nefis) vardır!
Psikoloji hususunda da psikologlar arasında farklı görüşler söz konusudur! Onlardan bazıları psikolojinin de maddi bir şey olduğunu söylerler, kimileri ise, duyguların maddi şeyler olduğunu öne sürerler.
Fakat üç İbrahimi dinde, “ruh” un varlığı inancı söz konusudur, yani o dinlerde ruh ’un ilahî bir şey olduğuna inanılır!
Oysaki ruh, gayb ile ilişkili değildir! Nitekim Kuran şöyle der:
- “Ona (insana) bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üflediğimde, hemen ona secde ederek (eğilerek) yere kapanın.” (Hicr: 29) Yani insan “ilahi nefha” ruhuna sahiptir!
İşte dine ihtiyaç duyan ruh, bu ruhtur!
Çünkü bu ruhun aslı (özü) Allah’tandır, gıdası da ilahi gıdadır! Nitekim bedenin de aslı topraktan olduğu için, onun da ihtiyacı, topraktan olan gıdayadır!
“Dine ihtiyaç ruhidir” derken, dine ihtiyacın “fıtri” olduğu kastedilir. Yani din “fıtri” dir. Nitekim Kuran, bu noktaya dikkat çekmek için şöyle der:
- “Yüzünü hakka (Tevhide) yönelmiş olarak dine çevir; Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu yaratışına. Allah’ın yaratışında bir değişiklik olmaz. İşte sağlam din budur; fakat insanların çoğu bilmezler!” (Rum: 30)
Bu ruhun dine ihtiyaç duymasının sebebi, insanda var olan “nefs-i emarenin/emreden nefsin” sürekli ona kötülük işlemesini emretmesini engellemek içindir!
Ariflerin tabiriyle konuyu şöyle izah edebiliriz:
- İnsanda biri “mecazi” diğeri de “hakiki” olmak üzere iki “benlik” vardır! Bu iki “benlik”, birbirlerinden farklıdır! Mecazi “benlik”, sürekli kendi çıkarının peşinden koşar, başkalarının maslahatını asla düşünmez.
Örneğin insanoğlu çocukluğunda böyle bir benliğe sahiptir ve bu da normaldir! Fakat büyüdüğünde (Freud’un de dediği gibi) ve onun üst ve yüce benliği başladığında, toplumsal benliği de gelişmeye başlar!
Böyle bir dönemde de “toplumsal benlik” ile “ferdi benlik” arasında bir irtibat kurar. Ferdi benlik, sürekli kendi çıkarını sever, toplumsal benlik ise, sürekli ferdi benlik ile çekişme halinde olur!
Yani o insana; “misafire ikramda bulun, elindekilerden toplumun yoksullarına da ver, paylaşımda bulun” denildiği zaman, ondaki bireysel benlik ile toplumsal benlik arasında bir çakışma ve sürtüşme gerçekleşir.
Bundan dolayıdır ki onun hakiki benliğinin mecazi benliğine ve yine toplumsal benliğinin bireysel benliğine karşı güçlendirilmesi için “dine” ihtiyaç duyulur!
Örneğin Tağuti (zorbacı) Sultanlar sürekli savaş halindeler. Milyonlarca insanı katlederler. Şahsi çıkarları ya da ülkesinin (sözde) maslahatı için bunu yaparlar. Bunların tümü de “mecazi benliklerdir!”
Kısacası; insanın bireysel ve mecazi benlik zindanından, “Allah’a iman etmeden ve mecazi enaniyetine karşı hakiki enaniyetini din ile güçlendirmeden” kurtulması mümkün değildir!
İşte buna; “ruhun dine ihtiyacı” derler!
Biz bu görüşü eleştirmeden aktarıyoruz! Herkes buraya kadar açıklamış olduğumuz bu üç görüşten birine göre dini kabul ettiğini ve dine ihtiyaç duyduğunu söyleyebilir, bunun hiçbir sakıncası da yoktur!
Dördüncü görüş şudur: Derler ki, dine olan ihtiyacın nedeni “aklî” dir!
Yani kimi kelam alimlerine göre dine olan ihtiyacın nedeni ne psikolojik ne sosyal ve ne de ruhi ihtiyaçtır, onlara göre ancak akıl bize dine muhtaç olduğumuzu söyler.
Akıl bize der ki, bizi yaratan bir Allah vardır, bize hizmet veriyordur, bizi yaratmada bir gaye ve hedef gütmüştür, bunun içindir ki bizlere peygamber, kitap ve din göndermiştir.
Dolayısıyla bizler, Allah’a dair kullukta bulunma gibi bir görevi ifa etmemiz gerek ve bu, aklın gereğidir!
İşte “dine niçin ihtiyaç vardır” sorusuna verilen cevaplardan birisi de budur.
Doğru mudur değil midir onunla işimiz yoktur. Tabii ki her görüşün hem doğru hem de yanlış tarafları vardır!
Beşinci görüş şudur: Derler ki dine olan ihtiyaç “ahlakî” dir!
İmmanüel Kant, dinin “aklî ihtiyaç” olduğuna karşı çıkar ve şöyle der:
- “Akıl, Allah’ın varlığını idrak edemez! Nazari akıl, Allah’ın varlığını da yokluğunu da ispat edemez, çünkü Allah, gayb alemine (metafiziğe) aittir. Akıl ise, yalnızca zaman ve mekânın dönüp dolaştığı yerde seyreder!”
Evet, Kant’a göre nazari akıl böyledir.
Fakat, Allah’ın akıl yoluyla ispat ve inkarının mümkün olmadığını söyleyen bu Kant, yine akıl yoluyla “Allah’ın var olması gerektiğini” ispat etmiştir!
Dine ihtiyacın “ahlaki” olduğu hususunu kabul eden İslam düşünürlerinden Allame-i Hilli de kendi “Şerh-i Tecrit” isimli eserinde şöyle demiştir:
- “Allah’ın varlığının gerekliliğine dair ilk delil, mün’im’e (nimet verene) şükretmenin lüzumudur! Yani bizler biliyoruz ki Allah bizlere nimet vermiştir. Ahlaki hüküm gereği ve Kuran’ın da “iyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?” (Rahman:60) buyruğu üzere, insanın kendisini nimetlendirdiği kimseye güzelliklerde bulunması ve teşekkür etmesi gerekir. Bu, ahlaken gereklidir! Dolayısıyla “dindar olmak”, namaz kılmak, oruç ve diğer ibadetleri yerine getirmek, ahlaki yönden şart ve vaciptir! Buradan hareketle diyebiliriz ki dindarlık, psikolojik, sosyal, ruhi ve akıl açısından gerekli değil, ancak ahlaki açıdan kaçınılmaz bir durumdur!”
Bu tür alimlere göre ahlaki hükümden kasıt şudur: İnsan ahlak sahibi olduğuna göre hayvandan farklı bir varlıktır.
Dolayısıyla insan, Allah’ın ona nimetler bahşettiğini biliyor ve bunu bilen bir varlık olduğu için de onun yaptığı iyiliklere, aynı karşılıkta bulunması gerekir. İnsanın Allah’a iyilik iadesi ise, namaz, oruç vs. gibi ibadetlerdir!
BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.
Facebook Yorum