DERSİMİZ: BUĞDAY VE MISIR YALANLARI
27 Şubat 2023, Pazartesi 14:25Ulusal Tohum Gen Bankası 1974’te, Başbakan Bülent Ecevit’in direktifiyle kuruldu. Ancak, bu kurumun asli görevlerinden olması gereken, tarihsel geneoloji alanında bugüne dek pek çalışma yaptığı söylenemez.
Hatta, son yıllara kadar, yani “tohum bankacılığı” adı altında, çeşitli bitkilerin orijinal tohumlarının toplanması ve saklanması konusunda Batı ülkelerinin yürüttüğü çalışmalar olmasaydı, belki de, “salla başı-al maaşı” memurluğunun rehaveti atmosferinde bu alandaki çalışmaların toplumsal bilince yansımasına da şahit olmayacaktık.
Yani, bırakalım asli görevini, toplumun tohum genlerinin önemi konusunda daha duyarlı noktaya ulaşmasında da, bu kurumun herhangi bir katkısı olmadığını iddia etmek yanlış olmayacaktır.
Nasıl ki, Türk tarihi hakkında en az bilgiye Türkiye sahipse, Türk topraklarının kültürel birikimi hakkında da, halen en az bilgiye yine, biz sahibiz.
ABD’NİN DÜNYAYA SATTIĞI BUĞDAYIN KÖKENİ
ABD, Hindistan ve Çin’in ardından dünya buğday üretiminde üçüncü ülke.
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın Haziran 2021 verilerine göre, dünya toplam tahıl ihracatının % 41’ini buğday ihracatı oluşturmaktadır. ABD, Rusya’dan sonra dünyanın ikinci en büyük buğday ihracatı yapan ülkesidir.
ABD buğday ile 1880’lerde tanıştı.
Kars bölgesinde yaşayan Mennonit mezhebinden Almanların ABD’ye göçerken yanlarında götürdükleri, bizde kavılca (kabulca, kablıca, gernik de deniyor) olarak bilinen kırmızı buğdaya Türk buğdayı denildi.
Bizde, Ulusal Tohum Gen Bankası tarafından genomu deşifre edilmiş mi, bilmiyorum. Ama, ABD’de çoktan bu buğdayın geneolojik özelliklerinin araştırıldığını iddia edebilirim.
Sadece, şu bilgi dahi bu kanaate varmak için yeterlidir: ABD Tarım Bakanlığı, Tarımsal Araştırma Kurumu, 1971'de Türk buğdayının ülkelerinde ekiminin yüzüncü yılını kutladı. Kutlamanın en önemli ögesi ise, kırmızı Türk buğdayından geliştirilmiş Centurk adlı yeni bir buğday tohumunu çiftçilere dağıtmalarıydı!
Kavılca buğdayının tarihi hakkında şimdilik tek bildiğimiz 13 bin yıllık geçmişiyle dünyanın en eski buğdaylarından birisi olması.
Buğday tarihi hakkında yapılan orijinal bilimsel araştırmaların hemen hepsi ABD ve AB kaynaklı. O nedenle, buğdayın Asya kökeni konusunda dikkate değer bir çalışma yok.
Türk beslenmesinin en temel gıdası olan buğday hakkında ne kadar az şey biliyoruz!
YA, DARI’NIN KÖKENİ HAKKINDA NE BİLİYORUZ?
Türkiye de dahil olmak üzere, dünyanın hemen her yerinde, mısır bitkisi hakkında yaptığınız soruşturmada karşınıza şu cümle çıkar: Mısırın anavatanı Amerika kıtası olup, buradan dünyanın diğer bölgelerine yayıldığı bilinmektedir...
Bu iddianın birinci nedeni, Avrupa’nın mısır bitkisi ile gerçekten de, Kristof Kolomb’un Amerika gezisinden dönüşü ile tanışmış olmasıdır. Ayrıca, 1954 yılında, Meksika’nın başkenti Mexico City’ de yapılan arkeolojik kazılarda, toprağın 50-60 metre kadar altında, yaklaşık 7000 yıl öncesine tarihlenen mısır çiçeği tozlarına rastlandığı kayda geçmiştir. Bu bilgi de, mısırın Amerika kökeni hakkında referans bilgi kabul edilir.
Bırakalım Osmanlı devletini, Selçuklu devletinin belgelerinde dahi “darı” tahılının vergilendirildiğini biliyoruz.
Darı, yani mısır ile Avrupa’nın 1493 yılından sonra tanışmış olması, mısır bitkisinin kökenini Amerika yapar mı?
Biz, kendi öz kaynaklarımızdan biliyoruz ki, mısır Avrupalılar onu bulmadan yüzlerce yıl önce de bizim temel besin maddelerimizden birisiydi. Bu cümleyi kurmak için, aslında öyle yıllarca araştırma yapmaya, dedektifvari arkeolojik kazılar yapmaya da gerek yok!
Herhangi bir Göktürk, Özbek, Horasan-İran veya Anadolu beyliklerinden köylüler ve tarımla ilgili belgeyi bulduğunuzda, darı üretimi yapan köylülerin sayısı, üretim alanı, üretüm miktarı ve tahsil edilen vergilerle ilgili bilgilere ulaşırsınız.
Hatta, pek çoğu tercüme edilmiş olarak kütüphanelerde duruyor!
Meraklı bilimcinin tek yapması gereken, onu raftan almak!
Neden yüzlerce yazar, onlarca profesör, doktor ve diğer akademik zevat, Avrupalıların yazdığı mısır bitkisinin tarihine itiraz etmez de, tam tersine olduğu gibi tekrar eder?
DÜNYA TARİHİ YENİDEN YAZILMALI
Bu iki örneği vermekteki amacım, bilimde ve hayatta nakilci anlayıştan kurtulmamız ve “avcıların yazdığı tarih”i bir kenara bırakarak, kendi tarihimizi yazmanın peşine düşmemizin gerekliliğini göstermekti.
Ne yazık ki, üniversitelerimiz, batı bilimcilerinin yazdıklarını sorgulamadan, “mutlak doğru” olarak kabul edip, onlar tekrarlamakla görevlerini yerine getirdikleri “sanrısı” içerisindeler.
Halbuki, bilim en başta şüphe ile başlar! Bilimci, yer yüzündeki en şüpheci kişidir!
Şüphe etmeyen araştırmaz, araştırmayan doğruyu bulmaz!
Anlaşılan o ki, öz güveni yüksek, varlığının bilincinde bir toplum için bilimcilerimizi, önce bizzat kendilerini, ardından tüm toplumun benliğini, tarihini ve kimliğini kendi var oluş çerçevesi içerisinde yeniden tanımlamanın zorunluluğu konusunda ikna etmemiz gerekiyor.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.
Facebook Yorum