İstanbul
22 Ekim, 2024, Salı
  • DOLAR
    32.58
  • EURO
    34.81
  • ALTIN
    2412.9
  • BIST
    9645.02
  • BTC
    66248.09$

ÇANAKKALE RUHU VE MUSTAFA KEMAL PAŞA

16 Mart 2024, Cumartesi 20:27

Mustafa Kemal hakkında Rus Genelkurmayının görüşü şudur: “Cesur, muktedir, azimkâr ve azami derecede müstakil fikir sahibi olup, herkes tarafından itibar görmektedir.  Çanakkale’de iki defa durumu kurtarmıştır.

Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale Savaşı’ndaki dehasına yakından tanık olanlar, onunla siperlerin içerisinde olan askerlerdir ki, ölümle burun buruna gelen bu gazilerin savaş sahnesindeki ruh halini anlatırken gözleri yaşarır ağlarlardı:

“Çanakkale’de İngiliz siperleri ile Türk siperleri birbirine çok yakın. Öyle ki seslenildiği zaman duyuluyor. Her gece İngiliz askerlerinin hayran olduğu bir ses, Erzurumlu Mehmet’in yavuklusu için söylediği türküyü, mevziler birbirine yakın olduğu için İngiliz askerleri de sükunetle dinler.

Elvan çiçekleri takma başına

Kudret kalemini çekme kaşına

Her gece okunan bu türküye alışan İngiliz askerleri üç gün bu türkünün okunmadığını görünce, bir sigara tabağının içine bir not yazar; “Türkü söyleyen o arkadaşınız neden sustu, üç gündür söylemiyor” notunu mevzideki Türk askerlerine fırlatırlar. Sigara tabağını alan Türk askeri içindeki notu okur. Bu defa kendisi bir not yazar ve İngiliz siperlerindeki askerlere fırlatır. Notta; O Türkü söyleyen arkadaşımız, uç gün önce açtığınız ateş sonucu şehit oldu.” der.

İşte böylesi bir ölüm-kalım savaşında ölüme göz kırpmadan giden bir ruha sahip Mustafa Kemal Atatürk ve askerleri hakkında elbette ki herkes bildiğini söyleyecektir. Ancak, söylemek yetmez, Atatürk’ü anlayabilmek için aşağıdaki meçhul asker gibi düşünmek gerekir.

“Birkaç hafta sonra Anafartalar Cephesi’nde olacağız. Atatürk’ü yakından göreceğim için mutluyum. Bir Osmanlı paşası olarak onu yakından görmek heyecan verici bir şey… Askerlerine nasıl davrandığını, askerlerin ona nasıl baktıklarını merak ediyorum. “Size taarruz etmeyi değil, ölmeyi emrediyorum” derken yüreği neler hissediyordu acaba?

Mehmetçiği ölüme göndermek bu kadar kolay mıydı? Ama şunu da düşünmeden edemiyorum. Acaba o gün bu emri vermeseydi ne olurdu. Biz bugün yaşıyor olabilir miydik?” (1)

“57. Alay, tümen komutanları başlarında olduğu halde hızla yürüyüşe geçti… Mustafa Kemal olayı, aylar sonra gazeteci Ruşen Eşrefe şöyle anlatacaktı:

Takip ettiğimiz dereden bizi Kocaçimen’e götürecek belli bir yol olmadığından başka, Kocaçimen’e varmak için geçmek zorunda olduğumuz alan da pek çok fundalık, geçilmesi güç kayalıklı derelerle dolu idi.

Zorlukla ve 1,5 saatlik yürüyüş sonunda Kocaçimen’e varılır.

Şimdi Kocaçimen Tepesi’ni gözünüzün önüne getirin: Kocaçimen, yarımadanın en yüksek tepesidir. Fakat Arıburnu ölü açı içinde kaldığından buradan görülmüyor. Bu nedenle, orada denizdeki gemilerden ve zırhlılardan başka bir şey göremedim. Düşmanın karaya çıkmış piyadesinin henüz uzaklarda olduğunu anladım.

Mustafa Kemal, Alay komutanına, birliğe 10 dakikalık bir dinlenme vermesini emreder, kendisi atını az ilerideki Conkbayırı’na sürer, buradan plajı görebilecektir. Fakat sarp arazi atların geçişini engeller. Atından inerek yaya yürümeye başlar; yanında yaveri, emir subayı, tümenin başhekimi ve topçu tabur komutanı vardır.

Mustafa Kemal şöyle devam eder:

“Conkbayırı’na vardık. Şimdi burada karşılaştığımız sahne, en ilginç bir sahnedir ve olayın en önemli ânı, bence budur. Bu sırada Conkbayırı’nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden, kıyının gözetleme ve emniyeti ile görevlendirilmiş olarak orada bulunan bir kısım erlerin Conkbayırı’na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Size bu konuşmayı aynen okuyacağım: Kendim erlerin önüne çıkarak:

- Ne kaçıyorsunuz? Dedim

- Efendim, düşman, dediler.

- Nerede?

- İşte, diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler. Gerçekten düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış, rahat rahat ileriye doğru yürüyordu.

Şimdi durumu düşünün, ben kuvvetlerimi bırakmışım, erler 10 dakika dinlensinler diye. Düşman da bu tepeye gelmiş. Demek ki, düşman bana benim askerlerimden daha yakın ve düşman benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir duruma düşecekti.

O zaman, artık bunu biliyorum, bir mantık muhakemesi midir, yoksa içgüdü ile midir, bilmiyorum. Kaçan erlere:

- Düşmandan kaçılmaz, dedim.

- Cephanemiz kalmadı, dediler.

- Cephaneniz yoksa süngünüz var, dedim.

Ve bağırarak onlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan Alay ile topçu bataryasının yetişebilen erlerinin Marş! Marş! İle benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayımı geriye gönderdim.

Bu erler süngü takıp yere yatınca, düşman erleri de yere yattı.

Kazandığımız an, bu andır.” (2)

Mustafa Kemal Paşa; “Çanakkale zaferi Türk askerindeki ruh kudretini gösteren şayân-ı hayret ve tebrik bir misaldir.” der. Ünlü Şairimiz Mehmet Akif Ersoy Çanakkale Şehitleri şiirinde: Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i... Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.”

Yürekten pompalanan bu ruhu, Mustafa Kemal Atatürk; “Çanakkale zaferi Türk askerindeki ruh kudretini gösteren şayân-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olunuz ki, Çanakkale Muharebesini kazandıran bu yüksek rûhtur.” (3) demiştir.

“Osmanoğullarının kaçınılmaz başarıları daha başlamadan, bütün kutsallıklar Osmanlılığın Politik ve Askercil örgütlenişi uğruna ılgar ettiler. Bu ılgar edişin en büyük ve köklü iki sembolü Şeyh Üdebâli ile Hacı Bektaş oldu.

Bu iki adamın Osmanlı politika ve askerlik hayatında oynadıkları yaman rol önemsiz birer tesadüf gibi konulur. Her insancıl olayda olduğu gibi, burada da Tarihcil determinizm yüzde yüz etkendir. Şeyh Üdebâli de, Hacı Bekteş te Kırşehir’lidirler.

Bugün gerçek mitolojiler gibi, o Osmanlı “Rüyası” da, yalnız tarih sezilerinden kaynak almıştır. Yoksa o anacık babacık günlerinde kimin aklından eserdi, Bursa’dan kalkıp tâ Kırşehir’in en ücra suluca Karahöyük önündeki Hacı Bekteş’in soluğundan, Yeniçeri ruhunu çıkartmak?” (4)

Hacı Bektaş Velî’nin soluğu; adı, sıfatı ve unvanı (Beg-deş) ile müsemma idi ki; “Anadolu köy ağaları ile beyi tanımlarken: “Ağalık varlıkla olur, beylik soydan gelir.” diye ifade ederler.” (5)

Çanakkale’ye “Bir gün Türkler bu geçidi tuttular, dünyayı buradan öte aşmağa bırakmadılar” gibi ölmez bir mana kazandırmak ne yüce himmettir!” (6)

Mehmet Niyazi Bey, Binbaşı Lütfi Bey’i onun dövüştüğü yerde anlatıyordu:

“5 Düşman taburu 27. Alayın yan ve gerilerini tehdit etmekte, Conkbayırı ve Kocaçimen gibi kilit tepeler tehlikeye girmekte iken 08.30’da Bigalı’da yola çıkan 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, emrindeki 57. Alay ve bir batarya ile birlikte saat 10 sıralarında Kocaçimen’e geldi. * Düşman gemilerinin bombardımanı buradan açıkça görünüyordu.

Yarbay Mustafa Kemal, 57. Alay Komutanı Hüseyin Avni Bey’e, Alayı tepenin arkasında taarruza hazırlamasını söyledi ve “Emrimi bekleyin” diyerek Conkbayırı’na doğru yürüdü. 15 dakika geçmemişti. Emir Subayı nefes nefese gelerek tümen komutanının hücum emrini getirdi. * Düşman avcı hatları Yarbay Mustafa Kemal’in üç yüz - dört yüz metre yakınındadır.      

Hüseyin Avni Bey sözlerini “Allah muvaffak etsin” diye bitirirken Mustafa Kemal Bey yanlarına geldi ve “Birkaç kelime edeceğim.” Dedi: “İlk hedef Akdenizdir ileri”, dedi ve ilave etti: “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar kaim olabilir. Göstereceğiniz şecaatle hem durumu hem vatanı kurtaracaksınız. Allah bizimle beraberdir ve bizi görmektedir. Haydi hücum! Allah Allah!” *

Saat 11’e gelirken alayın 1.ve 2. Taburları hücuma geçti. * Saat 12’ye doğru Conkbayırı’nın etrafında düşman kalmadı.” (7)

“Mustafa Kemal hakkında Rus Genelkurmayının görüşü şudur: “Büyük Türk Komutanlarının halk tarafından en çok saygı görenidir. Cesur, muktedir, azimkâr ve azami derecede müstakil fikir sahibi olup, herkes tarafından itibar görmektedir.

Şöhretini Bingazi’deki başarıları ile kazanmıştır. Çanakkale’de iki defa durumu kurtarmıştır.” (8)

İslam Peygamberinin Hz. Ali’yi yardıma çağırdığı gibi, Anadolu insanı da dara düştüğünde Hz. Ali’yi yardıma çağırır:

“Yetiş Ya Muhammed, Yetiş Ya Ali”

İşte bu çağrıya duyarsız kalınmamış, tıpkı Hz. Muhammed’in Uhud Gazvesi’nde Hz. Ali’yi yardıma çağırdığı gibi:

“Uhud gazvesinde Peygamberimiz Muhammed Mustafa bir müşrikin attığı taşla yaralanmıştı. İki dişi kırılmış kendisi de bir çukura yuvarlanmıştı. İçine bir darlık, bir sıkıntı çöktü. Bu hal üzre iken birden Cebrail Aleyhisselâm geldi:

- Ya Resullullah Ali’yi imdada çağır, dedi.

Hz. Ali’nin gözleri ağrıdığı için bu Uhud gazvesine katılamamış.

Peygamberimiz gönül sesiyle:

- Edrikni ya Ali! Dedi.

Bu yetiş ya Ali” demekti.

Ali ilhamı Hak ve Cezbe -î Velâyet ile Resulullahın “yetiş” dediğini hemen duymuştu. Derhal Zülfikârı kuşanıp Düldül’e bindi ve ol demde savaş yerine geldi. Müslüman askerler kaçışıyorlardı. Ali onlara nereye gittiklerini, neye kaçtıklarını sordu.                  

Yenildiklerini, Hazreti Muhammed’in de müşrikler tarafından öldürüldüğünü söyledi askerler ona. O, böyle bir şey olmadığını cevabını vererek Zülfikârı çekti, küffara daldı. Öyle ki, Zülfikâr sallayışta yetmiş iki arşın uzuyor ve önüne gelen kâfirin başını gövdesinden ayırıyordu. Müşrikler perişan oldu ve kaybolmuş olan zafer Hazreti Ali’nin yetişmesi ile Müslümanların lehine döndü. Sonra hemen Hazreti Muhammed’in bulunduğu yere gelip onu kucakladı, yaralarını sardı.

İşte o zamandır ki Peygamberimiz:

La feta İllâ Ali, Lâ seyfe İllâ Zülfikâr” demiş. Yani: “Yiğitlerin içinde ille Ali, kılıçlardan da Zülfikâr.” buyurmuş (9) tur.

Yrd. Doç. Dr. Ali Güler; “Ortada bütün cihan bize düşman ve bize düşman olan cihanın karşısında yalnız Mustafa Kemal Paşa!

Meğer yüce Muhammet’in ruhu, Mustafa Kemal’e: “Yürü!... ve korkma!... Hesap, mantık ölümlerin ortaya attıkları kural ve ölçülerdir. Ot bitmeyecek kadar harab olan bu yerlerden sen bir ordu fışkırtacaksın. Avrupa medeniyetinin çelikten kaleleri yakıp eriten mermileri, senin askerlerinin çıplak göğüsleri üstünde kırılacak!” diyormuş.

Sonucun böyle olacağına inanacak kaç kararsız ve tarafsız gösterilebilir!..” der. (10)      

Mahmut Yesari ise, “O, sipere, bir salona giren erkânıharp zabiti gibi girerdi…. O, düşmanın ateş saçan ağızlarını açıp sinsi sinsi bekleyen topları karşısında siperlere geliyor; bizimle yan yana, omuz omuza durup bakıyor, düşman siperlerini inceliyordu.

Ben O’na yol gösterirken günlerden değil, aylardan beri siper hayatına alışmış olduğum halde titriyordum. Fakat, O, boyunun uzunluğuna rağmen ayaklarının ucuna basarak doğruluyor, siperlerin üstünden düşman siperlerine bakardı. Düşman Çanakkale’de ateşten göz açtırmazdı. O, bu göz açtırmayan ateşe gözlerini kırpmadan bakardı.

O’nu ben, ilk defa “Korku Bilmeyen Adam” olarak tanıdım.” der. (11)

İşte bu korku bilmeyen adama Türk milleti “Ata” unvanını layık görerek Atatürk der. Tıpkı, Yüce Peygamberimizin “Ali’den yiğit, Zülfikâr’dan keskin kılıç yoktur” hadisinde olduğu gibi.

Türk kültür, inanç ve mitolojisinde “Alp” üç harf. Sadece bir anlamı “Yiğit”, İslam Tarihinde de “Ali” üç harf, yukarıda peygamberimizin de dediği gibi oda Allah’ın Aslanı “yiğit” Ali idi.

“İngiltere-Fransa-İtalya-İtilaf Devletleri ve Yunanistan, Osmanlı İmparatorluğunu paylaşma planı yaparken kendi aralarında birbiri ile kıyasıya mücadele ederken hiç akıllarına gelmeyen bir hesabı ve gerçeği göz ardı etmişlerdi.

Hesap edilmeyen ve göz ardı edilen gerçeğin adı ise: “Mustafa Kemâl Paşa” ve “Anadolu yiğidi” idi. Kemâl’de iki zıt ruh birleşmekteydi. Asil bir gurur ve alçak gönüllülük…” (12)

Atatürk; “İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, fani Mustafa Kemal, öteki milletin daima içinde yaşattığı Mustafa Kemal’ler idealidir. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi bir tehlike anında ben zuhur ettim ise beni bir Türk anası doğurmadı mı? Türk analar daha Mustafa Kemal’ler doğurmayacaklar mı? Feyiz milletindir, benim değildir.” der. (12)

İşte Çanakkale ruhu budur.

*****

KAYNAKÇA 

1- Mahmut Öztürk, “Çanakkale Yeniden Diriliş” ,Elif Matbaası, Şanlıurfa, 2012, s.52); Zehra’nın Günlüğü.

2- İbrahim Artuç, “1915 Çanakkale Savaşı”, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2016, s.174-175-176

3- Selâhaddin Çiller, “Atatürk İçin Diyorlar ki”, Varlık Yayınevi, İstanbul, 1978, s.112; Süleyman Nazif, “Atatürk’ün Nükteleri - Fıkraları - Hâtıraları”, 1963, s.14

4- Sadık Göksu, “Sokrat ve Eflatun’dan Günümüze Ahilik”, Polat Kitapçılık, İstanbul, 2000, s.20

5-Hüseyin Dedekargınoğlu, “Dede Garkın Süreğinde Cem”, Yurt Kitap-Yayın, Ankara, 2010, s.63

6- Ruşen Eşref, “Mustafa Kemal İle Mülâkat”, MEB Yayınları: 3397, Ankara, 2001, s.9-10-11-20-21-25

7- Şevket Beysanoğlu, “Anıtları ve Kitabeleri İle Diyarbekır Tarihi”, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Yayınları, Ankara, 1996, s.777; M. Larsen, Büyük Harpte Türk Harbi, C. II, Çev. Kaymakam Bursalı Nihat, Matbaa -yı Askeri, İstanbul, 1928, sf.133

8- Yahya Benekay, “Yaşayan Alevilik Röportaj Kızılbaşlar Arasında”, Varlık Yayınları, İstanbul, 1967, s.61-62

9- Recep Şükrü Apuhan, “Çanakkale Geçilmez” ,Timaş Yayınları, İstanbul, 2012, s.184-185-57-589- Selâhaddin

10- Selahaddin Çiller, “Atatürk İçin Diyorlar ki” ,Varlık Yayınevi, İstanbul, 1978, s.112; Süleyman Nazif, “Atatürk’ ün Nükteleri - Fıkraları - Hâtıraları”,1963, s.14-23-24;  Mahmut Yesari (Tan, 11 Kasım 1938)

11- Eriş Güler, “Atatürk’ün Evrensel Kişiliği Dünya’da Atatürk”, Halk Kitabevi, İstanbul, 2018, s.11-39   

12- Hikmet Tanyu, “Atatürk ve Türk Milliyetçiliği”, Elips Kitap, Ankara, 2007, s.126-127; Aynı Kitap, İsmail Habip Sevük, “Atatürk’ün En Hayran Olduğu İsim: Hz. Muhammed”, s.61; Ünlü şairimiz Behçet Kemal Çağlar; Ha Atatürk ha Türk: Yoktur ona son” dizeleriyle vurgular.” (Prof. Dr. Hamza Eroğlu, “Atatürk Hayatı ve Kişiliği” ,T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları.1714, Ankara, 1994, s.257)

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.

Facebook Yorum