AYDINLAR VE DİN
30 Ocak 2024, Salı 10:16Aydınlarımız din ve ilahiyat konularına maalesef gerekli ilgiyi gösterememişlerdir.
Bu alanda birkaç akademisyeni saymazsak, hemen hemen yok gibidir.
Meydan tamamen sözde “muhafazakar” politikacılara, dincilere ve din üzerinde nemalanan tarikat ve cemaatlere terk edilmiştir.
Peki; bu doğru bir tutum mudur?
Değilse, doğrusu ne olmalıdır?
Bu makalemizde buna cevaplar bulmaya çalışacağız.
Doğru yol önümüzde durmaktadır. Fakat biz bunu göremiyoruz. Ya da, birileri bizim görmememiz için perdeleme görevi yapıyor.
Türkiye’nin meselesi sanki dindar olanla, olmayan arasındaymış gibi sergilenmekte ve propagandalar da bu eksen üzerinde yapılmaktadır.
Büyük devrimci önder Mustafa Kemal Atatürk, bu sorunu cumhuriyeti kurar kurmaz bir çözüme kavuşturmak istedi. Zira, kurtuluş savaşı sırasında emperyalistler ve onların işbirlikçileri Kuvayı Milliyecileri “dinsiz” göstererek geniş kitleleri bağımsızlık mücadelesine karşı kullanmışlardı.
Bilinçsiz halk “din” uğruna gerici isyan hareketlerinde yer almıştı. Yozgat, Gerede, Konya isyanları buna örnektir.
Atatürk’ün buna bulduğu çözüm, Kuran-ı Kerim’in Türkçe mealini yaptırmak, ilahiyat fakülteleri açarak aydın din adamı yetiştirmek, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurarak, halka dinin doğru öğretilmesini sağlamaktı.
Bunu yaparken, hurafeleri din diye pazarlayan, dini konular üzerinde bilgisi olmadan el altından, yeni tabirle merdiven altı yayınlarla halkı zehirlemek isteyenlere karşı da kararlı bir mücadele yürütmekti.
Bu mücadele, 1950’li yıllara kadar devam etti. Bu yıllardan sonra, mücadele terk edildi.
Hatta, CHP’den ayrılarak Demokrat Parti’yi kuran Adnan Menderes, bazı tarikat ve cemaat liderleri tarafından yeşil tuğralı bayraklarla karşılanmaya başlandı. Ondan sonra da bazı sağ parti liderleri cemaat ve tarikatların önünü açtılar ve hızla palazlandılar. Cumhuriyete ve onu kuran kadrolara karşı karalama kampanyaları başlattılar.
Halkın önemli bir kesimini bu yalan ve kara propagandalarla zehirlediler. Bunların başında da Nur cemaatin lideri olan “ Said-i Kürdi” ya da diğer adıyla Said-i Nursi geliyordu. Bakın; bu Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı “BİR SIRRI İNNA ATAYNA” adlı risalesinde ne diyor:
“Mustafa Kemal ismiyle malum olan şahsı menhus, o decallerden birisidir.”
Yine Türkiye cumhuriyetini “Darül Harp”, yani yıkılması ve savaşılması gerekli bir devlet olarak tanımladıktan sonra, “Rumuzatı Semaniye” adlı risalesinde, İsmet İnönü’ye “deccal”, Fevzi Çakmak’a da “Süfyan” diye saldırıyor.
Cumhuriyete ve kurucularına hakaret eden bu cemaat şeyhinin adı bugün okullara ve caddelere veriliyor. Her yıl törenlerle anılıyor.
Nereden, nereye geldik!
Peki bunlara karşı mücadele verildi mi?
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran parti olan Cumhuriyet Halk Partisi, bunlara karşı yeterli ve bilinçli bir mücadele yürüttü mü?
Aydınlarımız bunlara karşı halkı bilinçlendirdi mi?
Ya da, tarikat ve cemaatlere karşı cumhuriyeti savunmak için fikri alanda halka önderlik etti mi?
Maalesef hepsine hayır demek durumundayız.
Hatta tam tersine, bütün saldırılara göğsünü siper edenler yalnızlığa terk edildi ve etkisizleştirilmesine seyirci kalındı!
Gelelim aydınlarımızın din ve ilahiyat konularına uzak durmasına...
Aydınlarımız, İslam’a batılı entelektüellerin gözüyle bakmaktadırlar. Kendileri inceleme yapmak yerine, hazır olan batıcı görüşleri benimsemişlerdir.
Bu nedenle de İslam’ı “gericilik” gibi algılamışlardır.
Hatta, çoğunun Şeriat’ın Arapça’da “hukuk” anlamına geldiğinden bile haberleri yoktur.
Yani bizim aydınımız, hala Osmanlı dönemindeki “tanzimatçı” kafası ile hareket etmektedir.
Onlar da batıdakileri kopyalayarak, “fikir” ve “kültür” üretmeyi “yenilik” sanıyorlardı.
Kafa değişmemiş. Kendisi zahmet edip araştırmıyor, hazıra konmayı marifet sayıyor. Böyle olunca da İslam dininin içini, özünü kavramadan ön yargılı olarak toptan reddi mirasta bulunuyor.
Oysa, bu topraklarda İslam dini ve kültürü bin yıldan fazla hüküm sürüyor. Bunu reddedip, halkın gelenek ve göreneklerini nasıl görmezden gelirsin. Halkın inancını nasıl “gericilik” diye damgalarsın.
Bunun aydın olmakla ne ilgisi var?
Sana Maun suresini hiç okudun mu diye sorsam, “hayır” cevabını vereceksin.
Ne zaman ve hangi gerekçe ile Hz. Muhammed’e indi desem, yine cevap veremeyeceksin.
O halde, hakkında araştırma ve inceleme yapmadığın bir konu hakkında neden ahkam kesiyorsun?
Muhafazakar, dindar, vatansever insanları neden dincilere, din bezirganlarına, cemaatlere ve tarikatlara teslim ediyorsun.
Sen nasıl aydınsın?
Aydın dediğin araştırır, bilgi sahibi olur, sonra da halkına edindiği bilgiyi sunar. Yani onları aydınlatır. Bunu yapmıyorsan, batsın senin aydınlığın!
HAZRETİ MUHAMMED - NAZIM HİKMET - HİKMET KIVILCIMLI
Bu sözde aydınlarımıza birkaç örnek vermek istiyorum. Birincisi elbette ki, dinin elçisi olan Hz. Muhammed’den olacaktır.
“Bir gün Mescidi Nebeviye’de yapılan sohbetlere bir çöl bedevisi de katılır. Bedevi Peygamber efendimize bir soru soracağını iletir. Peygamber de buyur der: Bizim dinimizin özü nedir? Peygamber efendimiz bu soruya şöyle cevap verir: Bizim dinimizin özü, hak, adalet, fakire, yoksula ve yetime yardım etmektir.” (Hadisi Şerif)
İkincisi, büyük şair Nazım Hikmet’tir. Nazım Hikmet, sürgündeyken gittiği yerlerde camii cemaati ile sohbet eder ve dinin özünün yardımlaşma ve dayanışma olduğunu anlatır.
Üçüncü örnek, Sosyalist aydın ve bilim adamı Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dır. “Allah, Peygamber, Kitap” adlı eserinde İslam dinini şöyle özetlemiştir:
“Hz. Muhammed’in ve İslam’ın en kalıcı mirası : Kollektivizm, adalet, hoşgörü, merhamet, yani hümanizm olmuştur.” (sayfa. 37)
Sayın Kıvılcımlı, aynı eserde İslam dini için şunları da yazmıştır:
“Kur’an, hoşgörü, adalet, eşitlik, toplumculuk, paylaşımcılık, sevgi, saygı, özetle insani duygularla yüklüdür.” (Allah, Peygamber, Kitap, sayfa, 314)
Aslında, bütün dinler iyiliği, yardımlaşmayı, dayanışmayı, ahlaklı olmayı öğütlemiştir. Aksi taktirde, inandırıcı olamazdı. Taraftar toplayamazdı.
Ancak, egemenlerin ve yöneticilerin denetimine girdikten sonra, bu özden uzaklaşmışlardır. Eğer öyle olmasaydı, toplumlara binlerce peygamber gelir miydi?
İslam dini, insan sevgisini, yardımlaşmayı, hak ve adaleti esas alır. Meşru savunma dışında adam öldürmeyi yasaklamıştır. (Enam suresi 151. ayet)
İslam dinini bugünkü SUUD rejimi ile ya da El KAİDE, İŞİD gibi emperyalistlerin kurup, silahlandırdığı terör grupları ile eşitlemek doğru bir tutum değildir.
Bunu halkımıza anlatmak aydınlarımıza ve din adamlarımıza düşmektedir.
İslam dinindeki ibadetlerin yerine getirilip, getirilmemesi de Allah ile Kul arasındadır. Ona kimse müdahale edemez. Laiklik ilkesinin amacı da budur.
Laik devlet, ibadet ve inanç özgürlüğünün teminatıdır. Kimse, kimsenin inancına ve ibadetine karışamaz. Buna müdahale ettiğinde, karşısında devletin gücünü bulur.
Sonuç olarak, İslam dininin özü ile sosyal devlet ilkeleri örtüşmektedir. O halde dini neden “dinci”lere bırakalım?
O egemenler ve dinciler ne zaman sosyal adaletten, haktan yana oldular?
Ne zaman işçiden, emekçiden, üreticiden yana oldular?
Bunu anlatırsak halkımızın büyük çoğunluğunun onları terk edeceğine inanıyorum. Bunu yaptığım sohbetlerde görüyorum. Yeter ki, onlara gerçeği anlatalım.
Atatürk, okuma-yazma oranının yüzde dört olduğu bir toplumla inanılmaz devrimleri başardı. Biz neden başarmayalım?
Elimizde her yere ulaşabilen kitle iletişim araçları ile bunu rahatlıkla başarabiliriz. Yeter ki, inanalım. İnanmak, başarmanın yarısıdır.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.
Facebook Yorum