Ahmet Küçükkalfa yazdı: Kim bu Ebu'l Vefa? ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Alevi Bektaşiler arasında pek çok efsane uydurulmasının dayanağı olarak gösterilen Ebu'l Vefa hakkında en kapsamlı aratırmalardan birisinin sahibi olan araştrmacı-yazar Ahmet Küçükkalfa tarafından kaleme alınan yazı dizisini sizlerle paylaşacağız. Özellikle Doğu Anadolu ocaklarını ayrıştırmak ve ekseninden çıkarmak için istismar edilen Ebu'l Vefa'nın kim olduğunu gelin, birlikte öğrenelim. İşte, çok konuşulacak yazı dizisinin üçüncü bölümü:
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
2.5. Aşıkpaşazâde ile Iraklı Ebu’l Vefâ (Vefâiyye) Arasında Soy Bağının Kurulması Süreci.
Soy bağı geçmişini (silsile), geçmişteki yüce kişilerle sürdürme arzusu Aşıkpazâde’nin babası Elvan Çelebi’yle başlamıştı. Elvan Çelebi’ye göre (1360 yılı sonrası); Baba İlyas Horasani’nin atası, Dede Garkın’dı ve o, aynı zamanda Dede Garkın’ın halifesi idi. Dönem kaynaklarının hiçbiri Baba İlyas Horasani’nin (Baba Resul), Dede Garkın adlı bir şeyh ile bağlantısından bahsetmez (Ocak, 2006: 130-131).
İbn Bibi, Aksarayi ve Eflâki gibi yazılı kaynaklar 13. yüzyılda Anadolu'da Vefâilik diye bir tarikatın varlığından söz etmezler (Ocak, 2006: 129). Aşıkpazâde’den önceki eserlerde ve aile üyelerinden bahseden eserlerde Vefâilik idiasından bahsedilmez. (Ocak, 2006: 129, 143-145, 150-155. Ocak, 2011: 153).
Aşıkpaşazâde Tarihi’nin başlangıç bölümünde ise, “Baba İlyas Horasani’nin, Ebu'l-Vefâ'nın halifesi” olduğunu” yazar. (Yavuz & Saraç, 2003: 51) Çağdaşı kaynaklarda bahsedilmeyen Vefâilik iddialarını esas alarak; Elvan Çelebi’nin ve Aşıkpazâde’nin, Baba İlyas Horasani’nin ve ünlü Türkmen-Oğuz Dede Garkınlılar’ın Vefâi oldukları iddiaları sürmektedir.
2.6. Seyyid Velâyed ile Iraklı Ebu’l Vefâ (Vefâiyye) Arasında Soy Bağının Kurulması.
Aşıkpaşazâde Tarihi’nde olaylar 1485 yılında sona ermesine rağmen, eklerle genişleyen eserde, Şah İsmail’in 1502 yılında Tebriz’i ele geçirdiğine dair kayıt bulunur. (Beydilli, 2020: 164, 176) İstanbul’da ikinci bir Sünni-Zeyniyye (Zeyniyye-Vefâiyye!) şubesinin faaliyete geçtiği Abdullah Ağa camisinin 1492 yılı Kasım ayında tamamlandığına, Seyyid Velâyed’in Zeyniyye şeyhliği izniyle 1496 yılında Hac dönüşünden sonra, muhtemelen 1502 yılından önce açılmış olması gerektiğine göre; Aşıkpaşazâde’nin (d. 1393 veya 1400) Zeyniyye şeyhi olması, ilerlemiş yaşı veya ölümü sebebiyle mümkün değildir (Yavuz & Saraç, 2003: 31, Eyice, 1991: 3-5; 1546 tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri)
1485 yılı olaylarıyla son bulan ve 1494 tarihinde saraya sunulan Aşıkpaşazâde Tarihi’nde, 1502 tarihli olaydan bahsedilmesi sebebiyle: günümüze ulaşan Aşıkpaşazâde Tarihi; Seyyid Velâyed tarafından “değişiklik ve ilavelerle” çoğaltılmış (istinsah edilmiş), orjinal olmayan Aşıkpaşazâde Tarihi nüshası olmalıdır. Aşıkpaşazâde-Vefâiyye soy bağı iddiasının Seyyid Velâyed tarafından düzenlenmiş olması da olasıdır.
3. İraklı Şeyh Ebu’l-Vefâ (Şeyh Ebu’l Vefâ Bağdadi veya Ebu’l Vefâ Vâsıti / 1026-1107) ve Menâkıbnâmesi üzerine
Iraklı Şeyh Ebu’l Vefâ’nın doğduğu Irak Vâsıt Şehrinin / Medinesinin kuruluşu, nüfus yapısı.
Menâkıbnâme’de izlendiği gibi Şeyh Ebu’l Vefâ, Güney Irak’ta Sevad bölgesinde Vâsıt şehri civarında Kusân’da doğmuştur. Şeyh’in yaşamı genellikle Vâsıt civarında geçmiştir. (Özkul, 2008: 7, 116)
Vâsıt şehri, coğrafi olarak Bağdat ve Basra şehirlerinin orta noktasında, Fırat ve Dicle nehirlerinin birleştiği noktaya yakın konumda, nehir ulaşımı açısından elverişli, tarım açısından bereketli olan bir bölgededir. Kurak ve sıcak çölden gelen Araplar, Fırat ve Dicle’nin suladığı yeşil ve gölgelik alanı Sevad* olarak adlandırmışlardı. Sevad bölgesi; Vâsıt ve Basra, Kufe, Bağdat, Samarra şehirlerini kapsıyordu. 10. yüzyıl yazarlarının eserlerinde “Sevad” yerine “Irak” sözcüğü yer almaya başlamıştır. (Demirci, 2009: 36/ 576-578) [1
(*Sevad: koyuluk, gölgelik anlamında)
Vâsıt şehri, Emevi Halifeliği’ni tehdit eden, Irak bölgesindeki isyanlara karşı Irak valiliğine atanan Haccac (694-713) tarafından askeri amaçlı bir garnizon (kışla, karakol, ordugâh) şehir olarak kurulmuştur. Surlarla çevrili şehre 705 yılında yerleşimler başlamıştır. Vâsıt’a ilk yerleşenler Emeviler’i destekleyen Şam Arapları ile Orta Asya Buhara’dan getirilen 2.000 veya 4.000 Türk askeridir. Emevi döneminin sonuna kadar bu uygulama sürdürüldü. 749 yılında Vâsıt şehri Abbasiler’e teslim olduğunda, Vâsıt’ta 2.300 Buharalı Türk askeri bulunuyordu. Şehrin ilerleyen dönemlerinde yerel halktan Arâmiler, Araplar, Acemler, Yahudiler ve Hristiyanlar da şehre yerleşmiştir. (Söylemez, 2002: 145-172)
Vâsıt şehrine komşu Kadisiye şehri, M.S. 359 yılından itibaren Ak Hun-Kadişleri’nin yerleşimiydi. İran Sasani hükümdarı Kavad, 496 yılında Kadisiye’de yerleşik Ak Hun-Kadişler’e iltica etmiş, Hun Hakanı’nın yeğeni ile evlenmiş, 3 yıl sonra İran tahtını Kadişler’in askeri desteği ile yeniden elde etmişti. (Czegledy, 1998: 57, 62, Grousset, 1980: 82) 636 yılında Kadisiye bölgesinde yapılan savaşı, Arap-İslâm ordusu kazanmış, İran-Sasani devletinin yıkılma süreci başlamış ve 651’de son İran hükümdarı Yezdigerd’in ölmesiyle İran-Sasani devleti tarihe karışmıştır.
Emeviler’in Orta Asya’daki fetihleriyle birlikte, halkın Müslümanlığa geçmesi, vergi gelirlerini azaltıyor, Ücretsiz-kul asker teminini zora sokuyordu. 718 yılında 20.000 kişinin Müslümanlığı hiçe sayılarak ücretsiz askere alınmışlardı. (Madelung, 1992, 240)
Halife Mutasım (833-842) döneminde Abbasi ordusu Türk ordusuna dönüştürüldü. 836 yılında Bağdat’ın kuzeyinde Halifelik ordusu için Samarra şehri inşa edildi. Halifelik. Samarra şehrine taşındı. Ordu komutanları Türkler’dendi. Halife, Türk komutan Afşin’i, Azerbaycan, Doğu Anadolu ve Batı İran (Cibal) bölgelerinin valiliğine, Türk İtah’ı, Yemen valiliğine atadı. Türk beylerine maaş yerine iktalar (tımar, tarımsal toprakların gelirleri) bağışlandı. Halifelik sarayında *haciplik dâhil yüksek görevlere Türkler getirildi. (Özdemir, 2005: 70-71) Orta Asya’da getirilip, Irak-Halifelik ordusuna katılan Türkler öncelikle temel İslâmi eğitimle birlikte Arap adları da alıyorlardı. (Özdemir, 2005: 211-230, Barthold, 1990: 206) Arap adları alan Türkler, tarihi süreçte Araplaşıyordu. Irak’ta Araplaşmış büyük aileler dışında, 363 Türk boyuna ait yerleşimler bulunmaktadır. (Saatçi, 2009: 270, 291-300)
(*Hacip: sarayda vezirden sonra gelen makam-görev)
Halifelik tahtı için süren mücadelelerde, Türk komutanların tercihleri önemli oluyordu. (Şen, 2019: 221-237) Türk komutanlardan Tüzün (öl. 945), Hamdaniler’in Bağdat’ta ki 13 aylık egemenliğine son vermiş, kendisine tehdit olarak gördüğü Halife Muttaki’nin (940-944) yerine Müstekfi’yi halife yapmıştı. (İbn Kesir, 1995: 11/362-365) Halifeliğin Türk vali-komutanları, Mısır’da Tulunoğulları (875-905) ve İhşidler (Akşidler / 935-969), Azerbaycan Saçoğulları (899-929) devletlerini kurdular. Arslan Besasiri, Selçuklulara rağmen 1057’de Musul’u, 1058’de Bağdat’ı fethederek, Mısır-Fatımi Halife’si adına hutbe okuttu. (Özgüdenli, 2013: 108-110, İbn Kesir, 1995: 12/166-171, 186)
1026 yılında Gazne-Türk hükümdarının izniyle Ceyhun nehrini geçen Arslan beye bağlı Selçuklu Oğuzları, Irak Cezire’sinde (Fırat-Dicle arasında) fetihlere giriştiler. Irak Selçukluları’nı oluşturdular. (Sümer, 1972: 68-69, 80-85) Irak’ta Büyük Selçuklu egemenliği ertesinde, Basra’da İsmailiye Türkleri ve Bulduklu Türkleri gibi askeri gruplar vardı. Bulduklu Türkleri’nin başında Sungur Alp adlı bir emir bulunuyordu. (Sümer, 1972: 132)
3.2. Menâkıbnâmesi’ne göre; Iraklı Şeyh Ebu’l Vefâ’nın İlginç Soygunculuk Geçmişi.
Menâkıbnâmesi’ne göre; “Vâsıt şehrinin dışında yaşayan, Ebu’l-Vefâ; “yol kesicilik, soygunculuk yapıyor, sürüleri yağmalıyordu. Şeyhi Şenbeki ile ilk tanışması ve Şenbeki’ye bağlanması, yağmaladığı soygun mallarını Şeyh Şenbeki ile paylaşmasıyla başlamıştı. Şeyh Şenbeki’de ve Şenbeki’nin şeyhi Hevâr’da (geçmişlerinde) soygunculukla geçiniyorlar, çevrelerine korku saçıyorlardı.” (Özkul, 2008: 19-22)
Abbasiler döneminde yoksul Araplar için ana uğraş, sınır bölgelerde İslâm dışı topluluklara (putperestlere, kâfirlere) karşı savaşmaktı. Gönüllüler (el-mutavvia), her nerede ganimet ümidi varsa oraya giderlerdi. (Barthold, 1990: 190, 231) Müslüman olan Türkler’inde gönüllülere (el-mutavvia) katılmalarına da bir engel yoktu. Menâkıbnâmesine göre Şeyh’in halifelerinde biri olan Şeyh Muhammed Türkmâni’nin Buhara padişahı olması; gençliğinde Irak-Vâsıt şehri çevresinde soygunculuk yapan Iraklı Şeyh Ebu’l Vefâ’nın (el- mutavvia) geçmişine dair bir işaret olabilir.
3.3. Menâkıbnâmesine göre; Ebu’l Vefâ, Acem ve Kürt iken, Arap olmuştu.
Menâkıbnâmesine göre Ebu’l Vefâ; büyük atası İslâm Peygamberi’nin torunlarından İmam Zeynel Abidin (öl: 793) olan bir Arap, annesi bir Kürt kabilesinden olan bir Kürt, eşi bir Acem şeyhinin kızı olan bir Acem, yaşadığı bir mucizeye kadar düzgün Arapça konuşamayan bir Acem ve Kürt, (Özkul, 2008: 8, 128-129) Türk askeri elitiyle çevrili ortamlarda (Vâsıt, Buhara, Bağdat) yaşayan ve Türk-Türkmen halifeleri olan bir tarikat şeyhiydi.
“Acem olduğum hâlde geceledim, Arabi olduğum hâlde sabahladım.” (Özkul, 2008: 139, 199)
“Kürt olduğum hâlde geceledim, Arabi olduğum hâlde sabahladım.” (Özkul, 2008: 108, 125)
3.4. Erken Arap-İslâm Döneminde Kürt, Acem, Arap veya Müslüman olma kavramları hakkında…
440 yılında Kureyşliler Mekke’de iktidarı ele geçirince, yüzlerce yıl Mekke’de egemen olan Arap aşireti Huzayllar, Mekke’den kovuldular. Onlar, yaşamlarını Mekke’yi çevreleyen dağlarda sürdürmek zorunda kaldılar (Çağatay, 1972: 81-82, Önkal, 1998: 18/431-433, Duman. 2015: 148, 157, 160, 251, 304, 309-310). Cahiz’in (781- 868) ifadesiyle Mekke’den kovulan Arap Huzayllar. “Araplar’ın Kürtleri” olmuşlardı (Cahiz, 1967: 42, Karaarslan, 1999: 19/70-72). Hz. Peygamber, Mekke’den Hicret’e zorlanınca, Mekke medinesi’nden (şehrinden), Yesrib medinesi’ne Hicret etmiştir. Hz. Peygamber açısından, Müslümanlardan oluşan bir şehir toplumu inşa etmek büyük önem taşıyordu. (Bakara 128, Fayda, 1992; 5/311-317) İbn Haldun’un da ifade ettiği gibi, İslâm, medinelerin diniydi. (İbn Haldun, 2005: I/330, II/673) Yesrib medinesi, İslâm’ın ilk medinesi idi. Hz. Peygamber, akrabalık bağları olan Huzayllar’ın yanına hicret etmeyi tercih etmemişti. Arap Huzayllar’ın sürdürdüğü göçebe-bedevi yaşam, şehir yaşamının alternatifi olan Kürt yaşamıydı. (*Medine çoğulu; medeniyet, şehirler)
İbn Kesir, Taberi’den (839-923/ Farsça yeniden yazımı: 963-977) aktarımına göre, Arap Naci-oğulları’nın (Beni Naciye’nin) lideri Hirris, Hariciler’e yakın sebeplerle (Enam 54-57) Hz. Ali'ye karşı isyan etmiş, Halifelik başkenti Kufe’yi terketmişti. Hz. Ali adına Hirris ile savaşan Makil bin Kays, Halifelik ordusunun askerlerine; “Sizler, dinden çıkan bir toplulukla, dağlılarla, Kürtler’le savaşmaktasınız” demişti. (İbn Kesir, 1994: 7/496-498).
Erken Arap-İslâm döneminde Müslümanların yaşadığı şehirlerin dışındakiler; Kürt yaşamı sürenlerdi. Menâkıbnâme’de de Kürtler (Ekrad): “bi-namaz / namaz kılmayanlar” ve göçebe yaşam sürenlerdi. (Kaçmaz, 2006: 38) Kuşkusuz Arabistan çöllerinde yaşayan bedeviler’de, şehir yaşamına alternatif yaşamları olan Kürtler gibiydiler. Onlar da, Müslüman şehirliler (medineler, medeniyet) için tehdit unsuruydular (Tevbe 97). Batı belgelerinde kırsaldaki Türkler’den de “bedevi” olarak da bahsedildiğine dair kayıtlar vardır. (Cahen,1994: 105) Topluluklar arasındaki ayrımlar etnik değil sosyolojikti.
(*Badi: çöl, Bedevi: çölde yaşayanlar)
Irak-Vâsıt şehrine askerlik için getirilen Buharalı Türk askerler örneğinde olduğu gibi, Müslüman şehirli yaşama geçmek için Arapça adlar alarak, Mekke Arapçası’yla (Şura7, Enam 92) vahiy edilen Kuran ayetlerini anlamak ve inanmak gerekiyordu. Bu yeni bir yaşam formuna geçişti, yeniden doğmaktı, aydınlanmaktı.
Hz. Peygamberin “Müslüman Şehirli (Medineli) Medeniyet” kurgusuna rağmen (Bakara 128); Müslüman şehirliler, Arap asıllı olmasalar dahi, Arapça adlar alarak, Arapça konuşarak, süreç içinde Araplaşıyorlardı. Onlar da diğer Kuzeyli Araplar gibi Araplaşmış Araplardı yani “Arab-ı Mustaʿribe” idiler. Asıl Araplar (Arab-ı Aribe), Yemenli Araplardı. Yaşam pratiğinde, Müslüman olmak, aynı zamanda Arap olmaktı.
Aşıkpaşazâde’ye göre’de “Müslüman olmak, Arap olmaktı.” “Acemler, Türkler’i kendilerine siper ederek, Araplar’a galip gelmişler, kâfirlik her yere yayılmıştı.” (Yavuz-Saraç, 2003: 54)
Arapça sözlüklerde Acem, “Arap’ın zıddı” idi. Acem kelimesinin kök anlamının; anlaşılmaz biçimde konuşmak, fasih-anlaşılır konuşmamak v.s. olduğu göz önüne alınırsa, Araplar’ın dilini anlamayan kişiler Acem’di. (Acar, 2010: 99) Arapça bilmeyen Acemler, ilimden de (Tanrı ilminden de) habersizdi.
Osmanlı devletinin doğusunda aynı soy bağları olan ve aynı dini düşünceleri paylaşan Türk-Türkmen devletleri vardı. Osmanlı devletinin sınırlarını genişletme planları gereği, doğu yönündeki soydaşların Müslümanlıkları yani Acemlikleri sorgulanıyordu. İddialar, ulemanın fetvalarıyla destekleniyordu. (Karadeniz, 2008, Karadeniz 2011, Cide, 2914; 7/ 99-117, Şah Tahmasb-ı Safevi, 2001: 76)
Oruç Beğ’in Tevârih-i Al-i Osman eserinde, Büyük Türkmen İsyanının lideri Baba İlyas Horasani’den “Baba İlyas Acem” olarak bahsedilir. Saltukname’ye göre isyana katılan Acemler; “*Râfıziler’e et ve kan olmuşlardı.” Bu makalede ilerideki satırlarda adı geçen Kütahyalı ünlü Zeyniyye şeyhi Gelibolulu Ali Acemzâde’de Acem ülkesinden gelen bir Acem’di (Ocak, 2011: 232-236, Ebu’l Hayr Rumi,1988: 182-!93, Oruç Beğ, 1925: 11). Aşıkpaşazâde Tarihi’nde de izlendiği gibi, tüm olumsuzluklara rağmen, Acem şairler, sanatçılar, bilginler, Osmanlı topraklarına göç ettiklerinde saygı görüyorlardı. Acem düşmanlığı, kültürel değil, siyasiydi.
(*Râfızi; sapkın, yoldan çıkmış, ana akım Sünnilik’ten farklı yorumlayan Müslümanlar anlamında…)
Türk, Acem veya Kürt iken Arap olmak, ilimle aydınlanmak, Arap-İslâm tarihinde sıkça tekrarlanan olguydu;
Fudayl bin İyâz’da (öl. 803) soygunculuktan vaz geçerek, Kâbe civarında zahidâne-yoksul bir hayat sürmüştü. Ünlü sufi Şakiki de (öl. 810), "Dünya’dan el etek çekmemin nedeni bu (puta tapar) Türk’ün öğütleridir," demişti (Böwering, 2003: 361-384, Roux, 2006: 290). Horasan’dan Anadolu’ya göç sürecinde Türk-Türkmen sufilerde, benzer bir aydınlanmayı yaşamışlardır. (Küçükkalfa, 2021:189-218; Sertkaya, 2006: 122, Arif, (tarihsiz): 18, 195, Gölpınarlı, 1958: 49)
Şeyh Ebu’l Vefâ’da “Kürt /veya/ Acem yattım, Arap kalktım.” sözüyle, ilimle (Tanrı İlmi ile) aydınlandığını, “Müslüman-Şehirli-Medeni” ikinci hayatına başladığını işaret ediyor olmalıdır.
Mekke’nin Kürtleri, Arap Huzayllar, (Cahiz, 1967: 42, Karaarslan, 1999: 70-72) Kufe’nin Kürtleri, Arap Naci-oğulları iken (İbn Kesir, 1995: 7/496-498) Vâsıt şehrinin Kürtleri; Vâsıt şehrinin-medinesinin dışında yaşayan Araplar, Bedeviler, Acemler, Türkler, her etnisiteden göçebe-çobanlar (el- mutavvia)’dı.
[1]Bağdat-Samarra hattının kuzeyi Irak’a dâhil değildi. Lozan Konferansı 23 Ocak 1923 Oturumu’nda, Türk tarafının tezine göre "Tarihi kayıtlarda Musul ile Bağdat arası Tataristan’dı. 1923 yılı haritalarında görünen ‘Vadi-i Tatar’ adı, bu iddianın kanıtı idi.” Lozan’da Türk tarafının itirazlarına rağmen Musul vilayeti, Irak’la birleştirildi. (K.H.K.D., 1981: Belge 1, sayı 1
Videolar için YouTube kanalımıza abone olmayı unutmayın!
BUNLARA DA BAKABİLİRSİNİZ
- 0SEVDİM
- 0ALKIŞ
- 0KOMİK
- 0İNANILMAZ
- 0ÜZGÜN
- 0KIZGIN
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.