© Alevi Haberler

Ali Ekber Ataş yazdı: Çağların ardından ışıyan ozan Pir Sultan

Şair ve yayıncı Ali Ekber Ataş, çağların ardından ışıyan ozan Pir Sultan Abdal'ı yazdı.

1510 ile 14 yılında doğduğu, bir söylenceye göre soyunun Yemen’e dayandığı, Peygamberin öz torunu olduğu söylenir. Bir başka söylencede ise, onun, İmam Zeynel Abidin’den “Zeynel dedem” diye söz ettiği anlatır.

Burada şu ayrıntıya dikkatinizi çekmek isterim: Peygamber soyundan geldiğine inanan ve “seyit” oldukları savıyla ortaya çıkanlar, aslında bağlı oldukları tarikat geleneklerini sürdürmektedirler. Bu, yazıyla geç tanışan toplumlarda daha çok ortaya çıkan ve kabul görmüş bir yaygın kanıdır.

Söylenceyi bir yana bırakırsak, genel kanı ve bizce de akla ve mantığa en yakın olanı, Pir Sultan’ın, ilkin, İran’ın doğusundaki Horasan’dan, İran Azerbeycan’ı Hoy kasabasına, oradan Anadolu’ya göçüp bugünkü, hepimizin bildiği Sivas’ın Yıldızeli ilçesi Çırçır bucağına bağlı Banaz köyüne yerleşen bir Türkmen soyundan geldiği söylenir. Burada doğmuştur. Pir Sultan’ın olduğu söylenen bir ev, önünde şairin yaşadığı dönemden kaldığına inanılan bir salkım söğüt, söğüdün altında, asasının ucuna takıp Horasan’dan getirdiğine inanılan bir değirmen taşı durmaktadır. Pir Sultan yaz aylarında, hanımıyla beraber bu taşın üstüne oturup onunla sohbet edermiş. Köylüleri bu evi, kutsal sayarlar hâlâ. Kızının yaktığı ağıtta uzun boyluluğuna, biçimliliğine vurgu yapılmış. Şiirlerinden öğreniyoruz onun asıl adının Haydar olduğunu.

Bu inanılan efsanede ya da söylencede, asıl dikkatimi çeken şey, Pir Sultan’ın, asasının ucuna takıp getirdiği değirmen taşı, salkım söğüt ve yaz aylarının güzel havalarında karısıyla bu söğüdün altındaki değirmen taşına oturup sohbet etmesidir.

Şu sorular takıldı aklıma:

Neden değirmen taşı? Niye salkım söğüt? Ve karısıyla sohbetindeki giz ne ola ki acaba?

Hele ki yaşadığı dönemi düşünecek olursak, karısıyla söğüdün altındaki bu taşa oturup sohbet etmesine, bırakın inanmayı, hayal etmesinin bile olanaksız olduğu söylenebilir. “Neden böyle düşünüyorum? Bunda şaşılacak ne var? Karısı değil mi?” diye sorduğunuzu düşünüyorum.

Belki ilk bakışta şaşılacak bir yan yok. Bu yazıyı yazarken kısa bir süre önce, çalıştığım okulumda, yaşanan bir olay geldi aklıma. Okul bahçesinde yan yana gezen, okul kantininde bir masa başında sohbet eden kızlı erkekli gençlere, öğretmenler, “Siz kardeş misiniz ki, yan yana geziyor ve oturabiliyorsunuz?” diye sorup sorgularsa ve siz de buna tanık olursanız, Pir Sultan ve eşinin o dönemde böyle bir yan yana gelişlerine şaşkınlığımı bir abartı saymayacağınıza inanıyorum.

Evet, maalesef, bu tür uyarılar, yirmi birinci yüzyılda ve kültür başkenti seçilen İstanbul’da, Kartal’ın göbeğinde yapılabiliyorsa demek, oturup şapkamızı önümüze koyarak yeniden düşünmemiz ve bu parçalanıp bölünmüşlüğü, bir an önce ortadan kaldıracak büyük ve onurlu dayanışmayı gerçekleştirerek, bu karanlığı başımızdan defetmemiz gerekmektedir. Rüzgâr da bize dönmüşken, yelkenler fora diyeli mi?

“o halde kalkın

ayaklanın

asılın yürekler

şah çekip karanlığa

indirek tahtan

 

kervan hazır

bahtımız açık

şah’a gidilecek ismail zamanı

haydi yol-a-çık

asılın yüreklere”

Değirmen taşına gelince:

Pir Sultan’ın yaşadığı çağ 16 yüzyıl. Bu yüzyılın üretim araçlarından biri de değirmendir.

Sabanın toprağı işlemesi neyse, değirmenin, toprağın verdiği ürünü öğütmesindeki bilinç ya da anlam aynıdır. Bereketi simgelemektedir değirmen ve üretim ilişkilerinin de bir simgesi. Bu anlamda, Pir Sultan’ın devrimci kişiliği düşünüldüğünde, halkın bu inancının temelinde diyalektik bir bakış vardır, kendisi bunun farkında olsun ya da olmasın. Bunun bir önemi yok. Ama deyim yerindeyse, taşı gediğine oturtmak da buna deniyor işte.

Anlamı, üretimde arayan halk, yarınlarına sahip çıktığı gibi, Pir Sultanlarını da yaşatacaktır hiç kuşkusuz. Pir Sultan’ı darağacında ipin uzunda sallanırken görene tanık olunmamıştır. Ne ki, taşlanırken atılan dostun gülü, en derin yarayı açmıştır onda.

Musahibinin attığı gülün açtığı yara, yüreklerimizde kanamıyor mu hâlâ? Buna kim hayır diyebilir ki? Bunun için buradayız.

Pir Sultan’ın yarasını kendi yaramız belledik ve yüzlerce yıldır, hep bu yarayı onarmanın yollarını arayan bu büyük halk buluşmalarını yapıyoruz. Yapacağız da.

Tıpkı Fethi Naci’nin de kitabına ad verdiği “İnsan Tükenmez” sözünün ardında, en son insanın kalacağı ana değin sürecek bu böyle. En azından benim için bu böyle.

Pir Sultan’ın doğduğu çağ, 16. yüzyıl. “Bu çağı önemli yapan, başka çağlardan ayıran özelliği ne?” diye soracak olursanız, Batı’da, önce İtalya’da başlayan bir yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans çağı olmasından ileri gelmektedir. Bu gelişme, İtalya ile sınırlı kalmaz. Almanya’da Reform, yenileşme hareketleriyle devam eder.

Aynı dönemde, Anadolu’ya baktığımızda, küpeli Yavuz’un Çaldıran seferiyle bir alevi kıyımının yaşandığı, tarihsel bir acının kökleştiği bir süreç yaşanmış, 1520’de ölümüyle birlikte Kanuni dönemi başlamıştır.

1500’lü yıllar aynı zamanda keşiflerin de sürdüğü bir çağdır diğer bir yandan.  Örneğin Portekizli denizci Álvares Pedro Cabral Brezilya’yı keşfetmiştir. Osmanlı donanması komutanlarından Kemal Reis’in liderliğindeki Osmanlı filosu, İkinci Lepanto Deniz Savaşı’nda, Venediklileri yenmiştir.

Michelangelo, David heykeli üzerine çalışmak üzere, memleketi Floransa’ya gitmişti. 1501’de, 1736 yılına kadar İran’ı yönetecek olan Safevî hanedanı, İslam’ın Şii kolunu benimsediği yıldır.

1503’ün 14 ya da 21 Aralığında ünlü Nostradamus doğmuştur. Aynı yıl Leonardo da Vinci, dört yılda tamamladığı Mona Lisa adlı tablosuna başlamıştır.

1504 yılının büyük kuraklığı İspanya’nın genelinde büyük bir açlığa yol açmıştır.

1506, Lizbon’da çıkan bir isyanda, en az iki bin Marrano Yahudisi katledilmiştir. 1506’da dünyanın en büyük gezgin ve kâşiflerinden İspanyol Kristopher Colombus, Valladolisd şehrinde öldü.

1514’de, Yavuz, Çaldıran zaferiyle 40 bin Aleviyi katleden bir savaşın muzafferi olarak tarihe geçti. Kızılırmak, o gün bugündür kendinden utanarak akmaktadır. Oysa Çaldıran’a kadar, Kızılırmak bir duru ırmaktı. Yavuz’dan sonra kanlanıp kızıl akarak bu adı aldı.

Kanuni ile fetihler ve seferler dönemi başlamıştır. 1522’den 1566’daki Zigetvar Kuşatmasında hayatını kaybedinceye kadar, Balkanlar’dan Afrika’ya ve Arap Yarımadası’na seferler düzenlenmiştir. Yani Anadolu’ya herhangi bir, günümüz diliyle söylersek, bir yatırım söz konusu olmamıştır.

1560’larda Pir Sultan ellili yaşların kapı eşinde, ününü şiirleriyle duyurmuş, başkaldırısıyla halkın ve toplumun önünde yürüyen bir lider kimliğindedir. Pir Sultan, insanın insana kulluğuna boyun eğen bir yaratılışa sahip olmamıştır.  Onun, Osmanlı Sarayı’na ve düzenine karşı oluşu ve halkını savunan biri saymadan, kişiliğine ve şiirlerine bir anlam yüklemek olanaksız. Çünkü kişiliği şiirlerine sindiği gibi, şiirleri de onun kişiliğini, devrimci kimliğinin bir dışlaşması, anlatımı olarak çıkar karşımıza.

Pir Sultan bir simgedir. Neyin simgesi? Halktan kopmuş bir saraya ve zulüm yönetimine direncin simgesidir. Bu açıdan baktığımızda, düzen yanlısı olmayarak, halkın yanında yer alarak, büyük bir suç işlemiştir aslında.

Osmanlı Sarayı’nın, “Yedi Düveli” yenip dize getiren Osmanlı, bir kıytırık adam Pir Sultan’ı mı susturamayacaktı?

Ne ki, durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Halkın, sesi, düşüncesi, isyanı olmuş bir Pir Sultan, saray için, zulüm yönetimi için büyük bir tehlikeydi. “Ve gereken yapıla!” denilip, halkın gözü önünde darağacına çekilmiştir.

Ne ki, sabah baktıklarında, ipin ucunda Pir Sultan’ın urbası sallanmaktadır, efil efil esen rüzgârda.

Artık Pir Sultan ölümsüzdür…

ALİ EKBER ATAŞ

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER